İktisat ilminde bir kuram vardır; emek verimliliğinin üretim ve istihdam ile birlikte artığını vurgular. Hem kotayı kısacaksınız, hem istihdamı düşüreceksiniz hem de üretimden çekeceksiniz; sonra da verimsizler diye dert yanacaksınız. Buna kasaba kurnazlığı denmez de ne denir?

“Bal gibi satarım”dan “sat sat bitmiyorlar”a son perde: Şeker fabrikaları

Serdal Bahçe - Doç., Dr., Ankara Üniversitesi SBF Maliye Bölümü

O zamanlar adettendi; parti başkanları devletin televizyonunda canlı oturuma çıkar ve kapışırlardı. 1983 yılındaki 12 Eylül rejimin izin verdiği partilerin başkanları arsındaki bir tartışmaydı. HP Genel Başkanı Necdet Calp’e ANAP’ın köprüyü satma planı sorulduğunda “Satamazlar” yanıtı geldi. Özal söz sırasını aldığında “Bal gibi satarız” dedi. Bal gibi sattılar. Gerçi kolay olmadı. Özellikle 1980’ler ve 1990’larda hem işçi sınıfının hem de aydın bürokrat, politikacı ve bilim kadınlarının/adamlarının örgütlü tepkisi “bal gibi satma” planını oldukça yavaşlattı.

Üstelik anayasa ve diğer yasal mevzuat da “bal gibi satarım”cıların işlerini kolaylaştırmak bir yana zorlaştırıyordu. Kısacası anaysa özelleştirme kefeni için fazlaca iriydi. 2001 kriziyle birlikte ekonomi yönetiminin tepesine getirilen Dünya Bankası menşeili Derviş ve ekibi tam bu defa işi sıkı tutacaklarını açıklamışken koalisyon bir siyasi manevrayla yıkıldı. Derviş gitti ama “bal gibi satma” azmi bâki kaldı. 2002, 3 Kasım’ıyla başlayan AKPli yıllarda ise “bal gibi satma” planı “sat sat bitmiyorlar” planına dönüştü. AKP’nin maliye bakanı Kemal Unakıtan şöyle demişti: “Özelleştirmede satıyorsun, satıyorsun bitmiyor. Bu kadar komünist bir ülkeymişiz. Komünizmin ağdalısıymışız. Ulaştırma, çimento, kağıt, şeker, her şey devlete ait. Bir berber dükkanları kalmış özel teşebbüsün elinde. Özelleştirmelere devam edeceğiz.”. Böylece “sat sat bitmiyor” dönemi açıldı.

Adım adım uygulanan plan…
Hızla sattılar; Türk Telekom, Tüpraş, POAŞ, SEK, SEKA…ve daha niceleri. “Bal gibi satarım” planının ağır aksaklığına inat “Sat Sat Bitmiyorlar” planı oldukça başarılı oldu. Rakamlar da bunu göstermektedir. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) verilerine göre 1986 ile 2017 arasında yapılan özelleştirmelerin bedeli 68,4 milyar dolar iken sadece 2003 ile 2017 arasında yapılan özelleştirmelerin bedeli yaklaşık 60 milyar dolar civarındadır. Kısacası “bal gibi satarım”ın performansı 8 milyar dolarda kalırken “Sat Sat Bitmiyorlar”ın 60 milyar dolarlık performansı göz kamaştırıcıdır kuşkusuz. Üstelik Türkiye’nin özelleştirme serüveninin rakamlarla analiz edilmesi bu “bal gibi satarım” planı başlatıldığında halka verilen çoğu vaadin aslında yerine getirilmediğini de göstermektedir. Kapitalist dünyaya sermayenin karşı saldırısının ana unsurlarında bir olarak dayatılan özelleştirme başlatılırken aklı evvellerden bazıları aslında bunun iyi bir şey olduğunu çünkü satılan işletmelerin hisselerinin önemli bir bölümünün bilfiil orada çalışanlara ya da halka satılacağını vaaz etmişti. Böylece sermaye “tabana yayılacaktı” Sermayenin daha önce elde edilmiş tüm mevzilere karşı başlattığı saldırının bu kadar şirin, bu kadar iyi niyetli bir slogan altında başlatılması da oldukça garipti. Ancak ne demiş usta; cehenneme giden yolar iyi niyetle döşenmiştir. Bu vaatler pek tabi ki kadük oldu. Yine ÖİB’in verilerine 1986 ile 2017 arasında yapılan özelleştirmelerin sadece %14’ü halka arz şeklinde yapılmıştır. Önemli bir bölümü sokak jargonuyla peşkeş çekme anlamına gelecek tesis ve varlık satışı ya da blok satış yöntemleriyle yapılmıştır.

Neyi sattılar?
Gerçi “Sat Sat Bitmiyorlar” planının da nihayete ermesi yakındır çünkü satacak pek bir şey kalmadı. Peki neyi sattılar, neyi satıyorlar? Kara kuru binalar içinde zaten çoktan gözden çıkarılmış işletmeleri mi? Boş arazileri mi? Bir zamanlar varsın kâr etmesinler ama kuruldukları yere sosyal hayatı getirsinler diye kurulan fabrikaları mı? Zincirleri kıran yeni bir ülkenin zincirleri kırdığına şahitlik eden ve açılışları sırasında önlerinde neredeyse şenlik alayları düzenlenen işletmeleri mi? Kuruluşlarında çalışan mühendislerin anılarında anlattıklarına göre yeni bir makine üretime sokulurken bile bir heyecan kasırgasına yakalanan işletmeleri mi? Sahip oldukları sosyal tesislerle, kreşlerle, okullarla ve lojmanlarla gelişmemiş bölgelerin sosyal yapısını dönüştürmek gibi zor bir görevi de üstlenen fabrikaları mı? Bu ülkenin ücretlisi maaşlısı ucuz gıda tüketsin, ucuz esvap giysin diye kurulmuş işletmeleri mi? Sadece bunları mı satıyorlar? Niye satıyorlar? Bu ülkenin zenginleşmeye aç, yeni yetme burjuvazisini ucuz girdilerle besledikleri için mi? Halka ucuza mal satıp reel ücretleri düşük tutukları için olabilir mi? Belki de olmasalardı ekonomik kısıtlarından dolayı yok olup gidecek bir köylülüğü idame ettikleri içindir; kim bilir? Gerçekten suçları ne ki? Bunu satanlara sormak gerekiyor. Ancak kapitalizmde tüm üretken sabit varlıklar geçmişte işçi sınıfının harcadığı emeğin birikmiş halidir; görünümleri nasıl olursa olsun. Dolayısıyla sattıkları bu emekçi halkın emeğidir. Bu satma savma işinde son perde ise Şeker Fabrikalarında oynanacaktır.

İhale süreci
Türk Şeker’e ait 14 fabrika için ihale süreci açıldı. Türk Şeker’in zaten 25 fabrikası vardı; geri kalan 11’i ise özelleştirme için sıraya alındılar. Satma savma işinde dayanakları bellidir. Verimsizler, piyasa şartlarıyla baş edemiyorlar, kötü yönetiliyorlar, partizan istihdam politikaları ile şişirilmiş verimsiz bir istihdam yapısına sahipler, üretimleri giderek düşüyor zaten. Şeker fabrikaları özelinde bu dayanaklara bir de küresel şeker piyasalarından derledikleri yeni dayanakları ekliyorlar: 1) Şeker pancarı kökenli şeker maliyet olarak şeker kamışı kökenli şekerle ya da nişasta bazlı şeker ile baş edemiyor. 2) Ayrıca kotalı üretim demodedir, örneğin AB kotalı şeker pancarı üretimine 2017 yılında son vermişti. Tam da bu noktada pancar şekeri ile şeker pancarı arasındaki zorunlu ilişkiye geliyoruz. Şeker pancarı genellikle sadece şeker üretimi için kullanılan, başkaca da bir kullanımı olmayan zirai bir bitkidir. Ve Türkiye’de de, uzunca zamandır tüm dünyada olduğu gibi şeker pancarı kota ile ekilmektedir. Bu anlamda üzerinde karar verilecek kader sadece şeker fabrikalarına ait bir kader değildir, şeker pancarı üreticisi köylüler de aynı kaderin parçasıdır. Aslında hepimiz bu kaderin bir parçasıyız.

Dayanakların temeli var mı?
Şimdi özelleştirmenin meşru olduğu düşünülen dayanaklarına biraz göz atalım. Verimsizler: Evet, verimsizler. Ancak bu verimsizlikten bizatihi fabrikaların kendileri sorumlu değiller. Sorumlular 1980’den beri uygulanan ekonomik programı uygulayanlardır. Bu sorumluluk iki boyutludur. Birincisi özelleştirme heyulası bu ülkenin üstüne çökeli beri özeleştirilecek KİT’lere üretim altyapılarını yenilecekleri yatırımları yapma izni verilmedi, buna yönelik kaynak sağlanmadı. Zaten satılmayacaklar mıydı? Bir de ne diye yatırım yapılsın ki? Böylece Şeker Fabrikaları da dahil KİT’ler bir tür sessiz ölüme terkedildiler. İkinci boyut ise doğrudan şeker fabrikalarıyla ilgilidir. Peş peşe gelen ve sermayenin karşı saldırısına aracılık eden hükümetler hem şeker ithalini arttıracak adımlar attılar hem de fabrikaların şeker kotalarını giderek azalttılar. Son yıllarda bazıları hiç çalışmıyordu zaten. İktisat ilminde bir kuram vardır; emek verimliliğinin üretim ve istihdam ile birlikte artığını vurgular. Hem kotayı kısacaksınız, hem istihdamı düşüreceksiniz hem de üretimden çekeceksiniz; sonra da verimsizler diye dert yanacaksınız. Buna kasaba kurnazlığı denmez de ne denir? Piyasa şartlarıyla baş edemiyorlar: Yatırım izni verilmeyen, kotaları düşürülen biçare fabrikaların piyasa şartlarıyla nasıl baş edebileceklerini bilen var mı? Kötü yönetiliyorlar: İyi ama o yöneticileri böyle yakınmaları dile getirenler atamıyor mu? Partizan istihdam politikaları ile şişirilmiş verimsiz bir istihdam yapısına sahipler: Sayenizde istihdamları son yıllarda ara vermeden azalmaktadır. Çoğunda birkaç çalışan dışında kimse kalmamıştır. Üretimleri giderek düşüyor: Acaba niye ki?
Şimdi bu boş ve temelsiz dayanakları bir kenara bırakarak küresel şeker piyasası kaynaklı dayanaklara bakalım. Küresel şeker piyasasında elbette ki şeker kamışı kökenli şekerin bir hakimiyeti vardır. Ancak AB de dahil hiçbir bölge ya da ülke bu hakimiyet karşısında şeker pancarı ve pancar şekeri üretimini derdest edip bir kenara atmıyor. İki nedeni var; birincisi şeker halkın diyeti içinde oldukça kritik bir yere sahiptir ve sağlıklı şeker üretimi gelecek nesillerin sağlığı açısından elzemdir. Sırf bu nedenle nişasta bazlı şeker üretimi sıkı bir şekilde denetlenmektedir (bazı arsız çokuluslu şirketlerin nişasta bazlı şeker çok sağlıklıdır türünden iddialarına pabuç bırakmayın). İkincisi Türkiye’de dahil, dünyanın hiçbir yerinde ne şeker sadece şekerdir, ne de şeker pancarı sadece şeker pancarı. Sağlık açısından, belirtildi, her ikisi de gelecektir. Ancak bunun ötesinde ikisinin de tüm ekonomik yapı içindeki önemleri çok büyüktür. Hem şeker hem de şeker pancarı üretimi pek çok sektöre talep yaratmaktadır. Örneğin bir çalışmaya göre Türkiye’de 1 TL’lik şeker üretimi tüm ekonomide 2,432 TL’lik gelir yaratmaktadır. Kısacası şeker fabrikaları sadece şeker sektöründe değil diğer sektörlerde de istihdam yaratmaktadır, gelir yaratmaktadır. Sırf bu nedenle bile bu son mevzide direnmeliyiz. Çünkü şeker sadece şeker ve şeker pancarı da sadece şeker pancarı değildir.

Gelelim ikinci iddiaya, hani şu kotaların demode olduğu ve liberallerimizin kıblesi olan AB’nin bile kotalı üretimi kaldırdığına dair iddiaya. Doğrudur; kaldırdılar. Ancak Pankobirlik’in yenilerde çıkan bir raporuna göre 2006 ile 2010 arasında AB şeker sektörüne yeniden yapılandırma için 5,4 milyar avro aktarıldı ve sektör 2017’de kotların kaldırılması sürecine hazırlandı. Böylece hem şeker hem de şeker pancarı üreticisi güçlendirildi. Üstelik yine aynı rapora göre 2017’den sonra şeker pancarı üreticisinin elini güçlendirecek yasal altyapı hazırlandı. Türkiye’de sen de bunları yap, sonra kotaları kaldır; hadi bakalım.

Evet “Sat Sat Bitmiyorlar” trajedisinin son perdesindeyiz, bu bizim için de savunulacak son hat burası belki de. Burada direnmek hem bu fabrikaları ve diğerlerini yaratan bu ülkenin emekçilerine karşı borçtur, hem de 1990’larda özelleştirme lanetini savuşturmak için canını dişine takıp uğraşan sendikacılara, akademisyenlere ve aydınlara karşı bir minnet ifadesidir. Ayrıca kamu mülkiyeti savunulması gereken bir mevzidir çünkü kamu mülkiyetine alışkanlık sosyalizme giden yolu açacaktır.