Öykü-Şiir benim yaşadığım semtte, Balgat’ta çıkıyordu. Adresi şöyle idi: Dr. Sadık Ahmet Caddesi, No: 14. Dergiye bir şiir gönderdim. İçimden şöyle demiştim: İki adımlık ötedeki bir dergiye postayla şiir gönderiyorum, gidip elden versene!

Balgat, Öykü-Şiir ve İbram Erdem

ERDAL ATEŞ

Çocukluğumdan beri bir kitabı, dergiyi okumadan önce bu yayının, bürosunun hangi şehirde olduğu ilgimi çekmiştir hep. Eğer yaşadığım şehirde ise daha da didiklerim adresini ve aklımda kalır bu.

Öykü-Şiir dergisi için de böyle oldu. Yıllar sonra tekrar çıkmaya başlamıştı. Bu dergiyi omuzlayan kişi ise İbram Erdem’di. Daha önce kitaplarından tanıyordum onu. Sürgün Meyveye Durdu’yu lise yıllarımda elime almıştım. Evet, bizim Öykü-Şiir benim yaşadığım semtte, Balgatta çıkıyordu. Adresi şöyle idi: Dr. Sadık Ahmet Caddesi, No: 14. Dergiye bir şiir gönderdim. İçimden şöyle demiştim: İki adımlık ötedeki bir dergiye postayla şiir gönderiyorum, gidip elden versene!

Aradan epey zaman geçmişti. Şiirim yayımlanmadı. Demek biraz içerlemişim ki buna İbram Erdem gözüme sevimsiz gelmeye başladı. Bu böyledir işte. Bir dergi bir veriminizi yayımlamazsa eğer yazarı, şairi dergiye kırılır; o dergiyi çıkaranlara soğuk bakar biraz.

Bir gün Söğütözü’ne doğru giderken Ömer Seyfettin Lisesi’nin yakınında, Kardeşler Taksi Durağı’nın karşısındaki saklanmış gibi duran bir gecekondunun önünde durdum birden. Beni durduran bu evin bahçe kapısının yanı başındaki o kahverengi pota kutusu idi. Üzerinde Öykü-Şiir yazıyordu. Demek dergi burada çıkıyordu, bu gecekonduda. Bir müddet bu kimi yerleri çökmüş, eğilmiş eski posta kutusuna baktım. Benim sarı zarfta gönderdiğim o şiir de bu kutuya girmişti. İşte o kutuya, tepedeki zarfın girdiği o boşluğu seyrediyordum. Biraz ilerledim, kafamı bahçeye doğru çevirdim. İbram Erdem’i gördüm. Bu o, dedim içimden. Yanında biri yaşlıca, diğeri genç iki kadın vardı. Sol taraftaki bir duvara gömülmüş ocakta et kızartıyorlardı. Kokusu burnuma gelmişti etin. Tam gitmek üzere iken İbram Erdem ile göz göze geldik. İçimden, “Tüh!” dedim. “Tam gidecekken gördü beni!”

Ne diyecektim ki bu adama şimdi? Şiirim yayımlanmamıştı, ailesi ile zaman geçiriyordu, çekinirim böyle durumlarda.

Kapıya doğru geldi bizimkisi. Ben de ahı gitmiş vahı kalmış küçük tahta kapıya yanaştım biraz daha. Posta kutusunu gösterdim sağ elimle. Ne demek istediğimi anladı galiba. Ayaküstü biraz lafladık. Tam gitmeye daha doğrusu tüymeye yeltenirken, “Dur, bekle!” dedi. Kısık bir sesle söyledi bunu. Gitti bir bahçenin bir köşesinde, bir kutudan Öykü-Şiir dergisinin birkaç eski sayısını getirdi, verdi bana.

“Seni bekliyorum, madem Balgatlısın.”

Onları fazla meşgul etmemek için hızla uzaklaştım sonra oradan. İşte böyle başladı her şey. Sonra iki sıkı dost olduk. Ona ne İbram ne de abi dedim, diyebildim. Hep İbram Erdem, diye hitap ettim. Birkaç gün evine uğramazsam beni telefonla arar, “Hiç uğramıyorsun buralara” derdi. Ertesi gün giderdim bunun üzerine. Bir araya geldiğimizde konuştuğumuz tek şey edebiyat ve kitaplardı. Benden hep dergi için şiir, yazı isterdi. Ona bir zamanlar dergiye şiir gönderdiğimi ama yayımlamadığını söyler, takılırdım. Hoşuna gider, gülerdi buna. Öykü- Şiir’de birçok çalışmam yer aldı. Ne şirin bir dergi idi. Bir serçe gibi.

O yıllarda öğretmendi bizimkisi. Okul zamanını, enerjisini alıyordu. Yazmaya, okumaya istediği zaman ayıramıyordu. Deli gibi, durmaksızın yazmak arzusu vardı içinde. Emekli olduktan sonra böyle de oldu.

2007 yılında bir resim atölyesi bulamamıştım. Zor koşullarda resim yapıyordum. Bir ressam olarak bilinirseniz eğer edebiyatçı yönünüzü kimse iplemez pek. İbram Erdem farklı idi. Edebiyat sevgisi kadar resim, heykel sevgisi de vardı onda. Bir gün bana, “Evin arkasında, aşağıda boş ev var. Git orada resim yap,” dedi. Sonra tuttu kolumdan oraya doğru sürükledi beni. Açtı bu boş evin kapısını. Her tarafı örümcek ağı kaplamıştı, insanı öksürten bir toz vardı içerde. Köşelerde, bazı eşyaların arkalarında fare kaçışmaları duyuluyordu. Bu tek göz büyük odayı temizledim, düzenledim. Atölyem oldu burası. O dönem farklı kimyasal malzemelerle çalışıyordum, atölyenin önündeki bahçe harika bir yerdi bunun için. Bu bahçede bir de sevimli sarı köpek vardı. Bu atölyede onlarca büyük resimler yaptım. İki büyük sergi açtım bunlarla. Bizimkisi bazen atölyeye gelir, uzun uzun resimlerimi incelerdi. Pencerenin kenarındaki Kalecik Karası’ndan ona bir kadeh kırmızı şarap verirdim.

“Kuru kuru resimlere bakmak olmaz” derdi gülerek. “ Şarabın hep olsun!”

Öyle de yaptım hep...

Bir gün yeğin bir yağmurla bu harabe ev yıkıldı ama resimlerimi, bazı eşyalarımı birkaç gün önceden yeni atölyeme taşımıştım.

Eskisi gibi yine sık sık uğruyordum dostuma. Çoğu zaman evin bahçesinde onun dostları olurdu. Geleni gideni, seveni çoktu. O olmadığı zamanlarda bahçede tek başıma bir köşede oturur gözlerimi kapar, dalardım. İyi gelirdi bu bana. Sonra usulca bahçe kapısını örter eve doğru yola koyulurdum.

Bir gün bu eve ve yanı başındaki evlere, dükkânlara yıkım kararı geldi. Bu dostumu çok üzmüştü. O bunu engellemek için kimi hukuki yollara başvurduysa da bundan bir sonuç alamadı. Bu ev hayatı idi onun. Hayatı ve de dünyası. Yaz kış o küçük, şirin bahçede, o masada oturur ya yazar ya da bir şeyler okurdu hep.

Ev yıkıldı bir gün. Bu acı duyguyu ben de yaşamıştım yıllar önce. O güzel evimizin, bahçemizin, ağaçlarımızın, çiçeklerimizin yok oluşu çok ağır gelmişti bana. Uzaktan ağlamıştım.

Konya Yolu’nun kenarındaki dostumun, Öykü- Şiirin evi yok olmuştu. En çok bizimkinin kum ve çimentodan yaptığı o güzelim büstlere acımıştım. Ona demiştim ki bak ev yıkılacak, lütfen şu heykelleri al götür güvenli bir yere. Götürür sanmıştım ama götürmedi. Evin yıkımından dolayı yaşadığı acı, hüzün ona unuturdu bunu belki de ama o güzelim naif büstler tuzla buz olmuştu. Ev yıkıldıktan birkaç gün sonra yıkıntılar içinde dolaştım. Neler yoktu ki ayağımın altında? Dergiler, kitaplar, ders notları, içki şişeleri ve iyice ezilmiş o posta kutusu. Hepsini elime aldım, okşadım. Gittim atölyemin olduğu yere. Benden bazı şeylerle, o kalanlarla karşılaştım. Bir adam burada şiirler, öyküler, romanlar yazdı. Bir başka adam resimler yaptı birkaç yıl o adamın yanı başında. Sözcükler, renkler, çizgiler... Her şey bir anı artık. Tıpkı biraz ötedeki boğazı sıkılmış bir zamanların o Dede Çeşmesi gibi. Biliyorum her şey toprağın altında birbirine karışacak, kaynaşacak.

Geride güzel şeyler yaşandı ve bunlar buharlaşmadı, kalakaldı. Bunlarla avunmalı ve umutlanmalıyız belki de... Elbette bu şehrin, bu semtin tarihinde, bedeninde bırakılmış izler bir gün meraklılarını da bulacaktır. İnanıyorum ben buna. İşte bu ne güzel bir hikâye...