Dünyanın pencere camından gördüğüm kadarına küçüldüğünü sandığım günler oldu. Sonra aynı benim gibi kendi pencerelerin önünde bekleyen kız kardeşim kadınlarla, bu zorlu kışa dayanmanın yollarını aradık. Birbirimize yaslanıp dayanmaktan başka çıkış yoktu karanlıktan. Pencere önü yalnızlıklarımızı cam kenarında bırakıp camdan ekranların önünde birbirimizi bulduk. Birbirimize uzanamasak da tuttuk. Sarılamasak da sarmaladık.

Bana ait, senden izler taşıyan…

SEMİHA DURAK

Annemle aynı evin içinde mektuplaşırdık. Daha çok ben yazardım ona. Ne zaman beni anlamadığını ya da kendimi anlatamadığımı düşünsem yazardım. On yedi yaşındaydım ve o yıllarda annemle en büyük tartışmalarımız gece-sokak ikilisi yüzünden çıkardı. Bana göre dünyanın kalbi geceleri, sokakta atıyor; hayat orada akıyordu. Ben merak ediyor, keşfetmek istiyordum. Annem korkuyor, sokakların tehlikeli karanlığında yürümemi istemiyordu. Ona baktığımda bir zamanlar başka bir dünya kurma hayaline benden daha çok inanmış, sokaklarda bunun için haykırmış o genç kızı görüyordum hâlâ. Unutmasın diye hatırlatıyordum. “Aynı şey değil” diyordu bana. Haklıydı da. Ona yazdığım mektuplardan birinde “Yepyeni sokaklar kuracağım; bana ait, senden izler taşıyan” demiştim ona. Hoşuna gitmiş, sesli okumuştu bana. O yüzden bu kadar yıl sonra hâlâ kalmış aklımda. İnsan o yaşlarda böyle büyük laflar etmeye cüret edebiliyor, sonradan öğrendiğimiz o korku cesaretin önüne geçmemiş, onu unutturmamış oluyor henüz galiba.

Geçtiğimiz günlerde, Londra’da otuz üç yaşındaki Sarah Everard evine doğru yürürken öldürüldüğünde daha gece olmamıştı. Hava kararmış, sokakta tek başınaydı. Cinayetin tek şüphelisi olarak bir polisi tutukladılar. Radyoda haberi duyduğumda dünyanın bütün kadınlarıyla beraber donup kaldım. Ne zaman bir kadın öldürülse aynı şeyi yapıyorduk. Müstakbel katillerinin karşısında ne yapacağını bilemeden donup kalan Sarah’lar, Ayşe’ler, Ceren’ler oluyorduk hepimiz. Kimbilir daha ne hikâyeler yaşayacak hayatların bir anda yitip gidişi ve o kadınların yerinde olma ihtimalimizin ne kadar yüksek olduğu fikri donduruyordu kanımızı. Karanlıklarda, ıssız bir sokakta arkamızdan gelen ayak seslerini hatırlıyorduk hepimiz. Kalbimizin kulağımızda attığını sandığımız, saniyede türlü senaryolar yazdığımız, karşı kaldırıma geçmeyi düşünüp bir yandan da telefonu sıkı sıkı tuttuğumuz anları.

Sarah’nın ardından “Sokakları geri al” sloganı yükseldi bir kez daha. 70’lerin sonunda İngiltere’de başlayıp Thatcher döneminde son bulan “Geceyi Geri Al” hareketinin yeniden uyanışı olmuştu “sokağı geri al.” Kadınlar Sarah için düzenledikleri gece nöbetinde bir kez daha haykırdı; sokakları geri al! Fotoğraflar dolaştı her yerde sonra. Fosforlara bürünmüş polisler, kızıl saçlı bir kadını yere yapıştırmış, üstüne çullanmışlardı. Olay mahallinde cinayeti yeniden canlandırıyor gibiydi polisler.

Sokaklar hiç bizim olmadı ki geri alalım, diye düşündüm fotoğrafı görünce. Annemi ve ona yazdıklarımı hatırladım. Geri almak değil de kurmak; geceyi de sokağı da bizim yapmak gerekiyor, diye geçirdim aklımdan. Yine ettim o cüreti.

Nasıl bizim olur sokaklar? Şimdi? Bir kaosun içindeyken hem de. Kaostan o kadar da korkmamak gerek belki de. “Evrende her şey kaosa, karmaşaya, ayrılıklara meyilli” diyor Isabel Allende. “Bir yerde yapışıp kalmaya değil.” Bir Kadının Ruhu adını verdiği biyografisini okuyorum şu ara. “Anaokulunda feminist olduğumu söylerken abartmıyorum” diyerek başlıyor anlatmaya. Şili’de boşanmanın olmadığı, evliliğin iptal edildiği yıllarda, annesinin bütün topluma karşı duruşundaki cesaretin tohumuyla doğuyor Allende’nin feminizmi. Sosyalizme olan inancıyla büyüyor.

Sanki karşımdaymış da konuşuyormuşuz samimiyetini bulduğum sayfalarda hayata dair görüşlerini paylaşıyor. Her şeye rağmen kadın olmanın tüm olumlu yanlarını kucaklıyor. Feminist olmanın ne anlama geldiğini, bu sözcükten fazlaca korkutulduğumuzu söylüyor. “Erkek nefreti basitliğinden uzak ama erkek otoritesine başkaldıran derinlikte felsefi bir duruş, insanı ve dünyayı algılama biçimi, adalete ve kadınların özgürlük mücadelesine her daim duyulan bağlılık ve sistem tarafından ezilen herkesi kucaklayabilecek bir kavram” olarak açıklıyor feminizmi. Çok erken yaşta kaybettiği kızı Paula'nın “Feminizmin modasının geçtiğini” söylemesi üzerine yaptıkları tartışmayı hatırlıyor. Moda olup geçemeyecek kadar hayat memat meselesi feminizm oysa. Dünyanın en gelişmiş ülkesinde bile bugün gece gündüz öldürülüyor, şiddet görüyoruz.

Yollarının kesiştiği ve ilham aldığı kadınlardan, onlara duyduğu derin sevgiden ve birbirlerine verdikleri destekten, dayanışmadan söz ediyor kitap boyunca. Bir Kadının Ruhu’nu “Kızlarımızın ve onların kızlarının taşıyacağı meşaleye ışık vermek için için yazdım” diyor.

Tam da zamanında, ışığı en çok aradığım günlerde geldi Bir Kadının Ruhu. Uzun ve karanlık bir kıştı çünkü geçen. Sonu görünmeyen karanlık bir tünele benziyordu. Evlere kapanma haline, kimseleri görmeden biten günlere, inişli çıkışlı grafiklere, birbirine eklenip büyüyen hissiz sayılara alıştığımı sanmıştım. Yanılmışım.

Dünyanın pencere camından gördüğüm kadarına küçüldüğünü sandığım günler oldu. Sonra aynı benim gibi kendi pencerelerin önünde bekleyen kız kardeşim kadınlarla, bu zorlu kışa dayanmanın yollarını aradık. Birbirimize yaslanıp dayanmaktan başka çıkış yoktu karanlıktan. Pencere önü yalnızlıklarımızı cam kenarında bırakıp camdan ekranların önünde birbirimizi bulduk. Birbirimize uzanamasak da tuttuk. Sarılamasak da sarmaladık. Dans ettik, şarkı söyledik, yoga yaptık, rakı içtik, hikâyeler anlattık. Birlikte nefes aldık. Kaosa, karmaşaya, ayrılıklara böyle dayandık. Kimilerine göre aldandık; teknoloji tanrılarının önümüze attığı yumaklarla oynar gibi oyalandık camdan ekranlarla. Oyalanmaktan çok kendimizi, hayatımızı dantel işler gibi oyalıyorduk oysa. Üretip kafa yoruyorduk. Karanlık tünelin içindeyken hayatta kalmakla kalmadık, ışıldadık.

Bir Kadının Ruhu da uzun ve karanlık kışın sonunda, tam da 8 Mart’ta geldi kapıma. Küçük işaretleri, tesadüfleri de unutmamak lazım der gibi geldi. Zamanın başlangıcından beridir kadınların toplanıp bir araya gelme yollarını illa ki bulduklarını söylüyor Allende de kitapta. Kuyu başları, mutfaklar, tarlalar, fabrikalar, ya da camlar, camdan ekranlar… Dünyanın her yerinde benzer zorlukları, acıları yaşayıp hayatta kalma mücadelesi verirken kendimize, birbirimize olan inancımızdan vazgeçmemek gerektiği gerçeğini yeniden hatırladım anlattıklarıyla. Her zamankinden daha örgütlü, küresel düzeyde bir hareket kurmanın koşullarının uygun olduğunu; bilgiye, iletişim araçlarına, harekete geçme yeteneğine sahip olduğumuzu bir de. Tanrılardan ateş çalınmışsa eğer vaktiyle, elektrik de çalınabilir, teller de.

Ses çıkarmadan, gürültüsüz feminizm olmaz diyor Allende. Gürültü çıkarmanın yolu da sokakta var olabilmekten, sokağı kazanmaktan geçiyor. Korkuyu korkutup kaçırmanın yolu da kol kola yürümekten. “Kadınların erkek şiddetinden duyduğu korku, erkeklerin korkusuz kadınlardan duyduğu korkunun yankısıdır” demiş Güney Amerikalı yazar Eduardo Galeano. Erkek egemen yapıların, iktidarların aslında kadınlardan ne kadar da korktuğu gerçeğini bilmek, korkmadan yürümeye yetmiyor ama. Bir arada durmanın, birbirimizi anlamanın, kendi gücümüze inanmanın yollarını bulmalı sadece. Kaosun, karmaşanın, ayrılıkların içinde parıldayan, başka bir dünya umudunu veren tek gerçek bu.

Annemden mektuplar gibi geldi Bir Kadının Ruhu kapıma. Annemi sekiz yıl önce, bir 8 Mart günü kaybetmiştik. Giderken bana, kız kardeşime ve kızıma bir şeyler anlattığını, ışığını giderayak bize bıraktığını daha iyi anlıyorum şimdi, yıllar sonra. Her yıl, 8 Mart’ta sokaklarda haykıran kadınlarla birlikte yalnız olmadığımı; bana ait, ondan izler taşıyan o sokakları kurma hayalimden, umudumdan, inadımdan asla vazgeçmemeyi hatırlatıyor bana.