Sağlıklı ilişkiler kurmayı bir miktar yanlış anlıyoruz galiba. Yıkıcı içgüdülerle hareket ettiğimizi fark etmeden sağlıklı ilişki beklentisi içindeyiz ve bunu kolaylıkla entelektüelleştirebiliyoruz.

Bana arkadaşını söyle
Fotoğraf: Pixabay

Büşra Küçük

“Kaybolduğu zaman en fazla eksik olan şey

her zaman en az kuşku duyulan şeydir;

çünkü onu düşünmek, kendini yeniden bulmaktır.”

Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk

Arkadaşlıkla ilgili yazmaya oturduğumdan beri elim hep geri geri gidiyor. Zihnimde uçuşan fikirleri bir araya getirmekte zorlanıyorum. Pek çok kez başladığım halde yazıyı ilerletemiyorum. Beni durduranın ne olduğunu düşündüğümdeyse bu konudaki duygu yükünün zihinsel bir uğraşa müsaade edemeyecek yoğunlukta olduğunu anlıyorum. Dolayısıyla yazdıklarımı içime sindirmek için zamana yaymayı deniyorum. Elinde sonunda bitiyor, sanırım ortaya çıkanlar biraz da hüzün barındırıyor. Çünkü analitik bir anlama çabası da olsa içinde bir yerde bir roman kahramanının şu sözleri tınlıyor: “Nihal Benim 20 küsur yıllık arkadaşımdır... Ama Nihal beni gerçekten sevdi mi, yoksa yanından öylece geçip gidemeyeceği yaralı köpek gibi bir şey miydim onun için, hala bilmiyordum.” (1)

Arkadaşlıkla ilgili aşağıdaki analiz etme uğraşlarının hepsi evet yoğun duyguların kucağında salınsın isterim. Çünkü bana göre yaşadığımız zamanda arkadaşlık -çok şikâyet ettiğimiz romantik ilişkiler kadar konuşulmaya değer görülmese de- incelip incelip kopan yorgun iplerle yorgun benliklere bağlanmaya çalışılıyor. Çağın ruhunun kaçırdığı şey yalnızca tadımız değil, aynı zamanda duygumuz. Esasında hepimiz biraz da ‘yanından öylece geçip gidilemeyecek yaralı köpek’leriz, ama ne başkasının yarasına ne kendi yaramıza dokunmaya mecalimiz kalmadı. Yorulduk. Yoruldukça uzaklaştık, uzaklaştıkça yalnızlaştık. Yalnızlığı kutsadıkça köreldik.

İşin kuramsal tarafına bakacak olursak, bir vaka paylaşımının ardından yazılmış şu yorumda arkadaşlığa dair belki de şimdiye kadar karşılaştığım en yalın ve kapsamlı ifadeyi bulduğumu söyleyebilirim: “Bu ilişkide iki arkadaş birbirini bazen ayna olarak, bazen tamamlayıcı-bütünleştirici benlikler olarak, bazen zarar verici düşman olarak, haset nesnesi olarak, bazen besleyici meme olarak, bazen ideal benlik bazen üstbenlik olarak kullanmıştır. Tüm arkadaşlıklardaki gibi yani.”(2) Buradan hareketle zihnimde cevaplanması zor sorular oluşuyor; tüm bu ruhsal işlevleri kapsayan arkadaşlık nasıl sağlıklı bir biçimde sürdürülebilir? Hem “zarar verici düşman” hem “ideal benlik” olabilen bir ‘öteki’ ile ilişkide denge nasıl sağlanacak?

Eğer arkadaşlıktan bahsediyorsak şüphesiz -tüm yakın ilişkilerde olduğu gibi- hem ebeveynden hem de kardeş dinamiğinden bahsediyoruz demektir. Türlü ‘aktarımlara’ yol açan bu yakınlık kimine göre oldukça stabil ilerlerken kimine göre inişli çıkışlıdır. Bir başka deyişle arkadaşlık ilişkisindeki duygular sağlam ‘bastırma’lara uğradığı ölçüde stabil, dışa vurulduğu ölçüde dalgalıdır. Ve elinde sonunda açıkça ifade edilemedikleri ve anlaşılamadıkları ölçüde yüksek volümlü, eyleme dökülmeye meyillidir.

Yaşamın belli dönemlerinde hayatımıza girip çıkan insanlarla kurduğumuz arkadaşlıkta pek çok duyguyu deneyimlerken bu duyguların ne kadarına tahammül edebildiğimiz ilişkinin devamlılığını sağlıyor olabilir. Arkadaşlığın ilk çağrışımı olumlu olsa da derinlerdeki duygu yelpazesinin genişliği olumsuzu da içinde saklayabildiğini gösteriyor. Misal kardeş ilişkileriyle ilgili okurken gözüme çarpan “aynılık tehdidi”nin arkadaşlık ilişkilerinde de işlediğini düşünüyorum. “Kendisi gibi olan birini sevmenin coşkusu, aynı zamanda kendisinin yerine geçen biri tarafından yok edilmiş olmanın yarattığı travmadır da. (Mitchell, 2011). Travmanın çözümü ise çatışma… Benzersiz olmama krizini çözme çabası… Yok olacakmış gibi hissetmenin yok ederek mi giderileceği sorunsalı…”(3)

Kendiyle benzer ilgilere sahip, benzer uğraşlardan haz alan, yakın çevrelerde var olan bir diğeri, kişi için hem yakınlık hissedeceği ve paylaşımda bulunacağı bir ‘iyi nesne’yken hem de bu benzerlikler dolayısıyla kendi biricikliğine bir tehdit olarak algılanabiliyor. Bu tehditle birlikte rekabet ve alan savaşı alevleniyor. Tıpkı iki kardeşin aynı ebeveyni paylaşmasının zorluğu gibi iki arkadaş için aynı mekânı, işi, sosyal çevreyi, statüyü, bir başka arkadaşı paylaşmak da zaman zaman zorlayabiliyor. Eğer kişinin çocukluğunda kardeş ilişkilerindeki rekabet sağlıklı bir biçimde geçirilemediyse, rekabeti yaşayış biçimi bugünkü arkadaşlığı zedeleyebiliyor. Ve kendi benzerinden üstün olma çabasının ne ölçüde saldırganca yaşandığına bakmak geçmiş aile ve kardeş dinamiklerini anlamamıza da olanak sağlayabiliyor. “Eğer sevgi ve nefret arasındaki erken çatışmayla tatmin edici bir şekilde baş edilemediyse veya kişide suçluluk duygusu çok yoğunsa, bu durum sevilen insanlardan uzaklaşmaya ve hatta onları reddetmeye yol açabilir. Birçok insan bu erken dönem çatışmalarda tatmin edici bir sonuca ulaşamamışsa yetişkinlik yaşamında sevme yetisini azaltır, inkâr eder, bastırır ya da kendisini bütün güçlü heyecanlardan uzak tutar. Birçok insan da sevgi nesnelerini değiştirir; çeşitli ilgi alanlarını ön plana çeker. Sevginin meraka ve keşfetmeye doğru kayması gelişimin normal bir parçasıdır, ancak bu bazen birçok kişi için çatışmalardan kaçınmanın ana yöntemi halini alır. Bu durumun tam tersi de geçerli olabilir. Yani bu çatışmalara çözüm yolu olarak kişi sıkı sıkıya bağlandığı insanlara bağımlı hale de gelebilir.”(4)

Tüm bunları düşünürken ‘aktarım’ boyutunu yani geçmiş ilişkilerden getirdiklerimizi akılda tutarak şimdinin gerçekliğine de odaklanabiliriz. Şöyle ki; bir tarafta saldırgan dürtüler ve yıkıcı duygularla birlikte ölüm içgüdüsü; diğer tarafta onaran, yakınlığı sürdüren yaşam içgüdüsü var. İlişkilerimizin daha çok hangisinin kontrolünde olduğunu anlayabilmek; “Öteki bana ne yaptı?”dan “Peki ben ilişkilere ne yapıyorum?”a geçebilmekle mümkün. Yüzleşme dediğimiz yalnızca diğerinin bize ne yaptığıyla değil kendimizin nasıl davrandığıyla, karanlık tarafımızın, yıkıcılığımızın idrakiyle mümkün. Yakınlığın da ilişkileri sürdürmenin ve sonlandırmanın da tek sorumlusu “ben” ya da “öteki” olamaz. Yakın ilişki “ben”in ve “öteki”nin içsel dinamiklerinin iç içe geçtiği, birbirine iliklendiği, kimi zaman düğümlendiği ve çatıştığı bir ilişki dinamiği içerir.

Konunun bir de bu çağın arkadaşlık ilişkilerine nasıl yansıdığı, üzerimizde nasıl bir etki ettiği kısmı var. Büyük şehirlerde yaşayanlar olarak kendimize ve dahi pek bir kimseye vaktimiz yok. Sosyal medyada yaşayanlar olarak gerçek temaslara vaktimiz yok. Hız çağında yaşayanlar olarak durup düşünmeye vaktimiz yok. Savruluyoruz. Hep birlikte savrulurken birbirimize dokunmamaya özen gösteriyoruz. Yüzeysel yakınlıklar mı kuracağız, evimize ve eşimize sadık mı olacağız, kendimizi mi gerçekleştireceğiz, çocuk mu bakacağız, dostlarla haftada bir rakı masasına oturup ülkeyi mi kurtaracağız yoksa app’lerden tanıştığımız insanlarla günü mü geçireceğiz, hiç bilemiyoruz. İlişki kurmanın korkusuyla kurmamanın korkusu birbirine karışmış. Toksik(!) arkadaşlıklardan kurtulduk, ne mutlu, ama yeni sağlıklı ilişkilerimiz hani, nerede? O müthiş derinlikli, kapsayıcı, çatışmalarını konuşarak çözebilen, güçlü, ideal bağlarımız nerede? Çağ tarafından yutuldu mu? Ya da biz toksikleşmeyelim derken kendimize izole, güvenli, yalnızca benliğimizle dolu bir şato mu inşa ettik? Ve şatomuzda bizim gibi sağlıklı, bizim gibi anlam dolu, derinlikli bir tane insan evladı daha yok mu? Ne trajedi ama!

Sağlıklı ilişkiler kurmayı bir miktar yanlış anlıyoruz galiba. Yıkıcı içgüdülerle hareket ettiğimizi fark etmeden sağlıklı ilişki beklentisi içindeyiz ve bunu kolaylıkla entelektüelleştirebiliyoruz. Doğrusunu yanlışını çat çat konuşabiliyoruz da iş pratikte ilişkilenmeye gelince bocalıyoruz. Çünkü ötekini sevebilmeyi beceremeyişimizin önünde kocaman haklı gerekçelere ihtiyacımız var. Aksi halde saldırgan dürtülerin etkisiyle hareket ettiğimizi kabul etmemiz gerekecek.

Bana öyle geliyor ki modern insanın kendi hakikatini görmesi bunca uyarıcı içinde oldukça zor. Düşmanca duyguların da, sevebilme becerisinin de baskılandığı, garip bir zaman bu. Öfkeden başka pek bir şey hissedemediği gibi öfkesini de kırgınlık zannediyor, elinde ‘naif’ bir kırgınlıkla kala kalıyor. Kendine kırgın, ötekine kırgın, dünyaya kırgın… Kırık dökük ilişkiler dünyasında, ölesiye yorgun.

Peki, öyleyse yolun bundan sonrası ‘kimse kimsenin sakatlanmış ruhuna temas etmesin lütfen’ şiarıyla mı geçecek? Hissetme cesaretini hangimiz gösterecek?

  1. Birgül Oğuz, İstasyon, Metis Yayınları
  2. Kıskançlık ve Haset, Psikanaliz Defterleri 7, Ayla Yazıcı’nın Kıskançlık ve Hasedin Sınadığı Arkadaşlık yazısından, Yapı Kredi Yayınları
  3. Kardeşi Anla(t)mak, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı, Nesli Keskinöz Bilen’in önsözünden, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
  4. Kardeşi Anla(t)mak, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı, İrem Anlı’nın Nesne İlişkileri Kuramı: Melanie Klein yazısından, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.