Bir toplumun gerçeklerle olan yakınlığı ya da uzaklığı, o toplumun gelişmişlik düzeyi bakımından fikir verebilir. Özellikle acı gerçekler söz konusu olduğunda, gerçeklerle yüzleşmenin ağır sonuçları yaşanabilir.

Bu durumu en çok hastanelerde görebiliyoruz.

Ağır hastanın kaybedileceğini öğrenen yakını, tepkisini öncelikle doktorlara yöneltebilir. Ki bu türden pek çok olay yaşanıyor. Büyük hastanelerde doktorlara saldıranlar, kesici aletlerle hücum edenler, hatta ateşli silah kullananlar bile olabilmektedir.

Ne pahasına olursa olsun doktor hastayı yaşatmalıdır. Oysa doktor da böyle düşünmektedir. Zaten ettiği Hipokrat yemini bunu gerektirmektedir. Ama hasta yakını eğer toplumsal gelişmişlik bakımından negatif bir çizgide bulunuyorsa, doktoru asla anlayamaz.

Toplumsal gelişmişlik eğrisi alt sınırlarda seyrederse böylesi olayların esas müsebbiplerinin kim olduğu asla görülemez.

Hastanelerde son yıllarda doktorlar, hemşireler, elemanları pek çok defa hasta yakınlarının saldırılarına maruz kaldılar.

Hastaların ve yakınlarının doktorlara saldırılarıyla toplamsal gelişmemişlik arasında doğru orantı vardır. Hatta ağır vakalarda, ağır cehaletten söz edilebilir.

Onlara huzur veren ilacın sırrı bilgisiz toplumun reçetesidir:

“ Bana gerçekleri anlatma!

Ege’nin uranyumu

Ege Bölgesi’nin meşhur olmuş pek çok ürünü vardır. Başta zeytin, zeytinyağı olmak üzere üzümleri, şarapları, incirleri, bademleri, şeftalileri, elmaları armutları gibi say sayabildiğin kadar…

Bir de hepsinin üstünden atlayıp, onları çöp haline getirebilecek kadar güçlü –ama meşhur olmamış- değeri var: Uranyum!..

Bu güçlü ürün nükleer yakıtın hammaddesini oluşturuyor.

Ancak bunu kimseler bilmiyor. Hatta üzerinde yaşayanlar bile…

Çevre gazeteciliği denildiğinde akla ilk gelen isim olan Evrensel gazetesinin İzmir Muhabiri Özer Akdemir’in son kitabı “Uranyum Uğruna” adlı çalışması ülkemiz içinde sessizce patlatılmış “Mini-Çernobil santralleri” olduğunu ortaya koyuyor.

1970 ile 1980 yılları arasında Maden Tetkik Arama kurumu (MTA) Manisa’nın Köprübaşı ilçesinde bağlı Kasar köyünde uranyum madeni işletilmiş. Hatta yarı mamul madde olan Yellow Cake (Sarı Pasta) bile üretilmiş.

Amerikalılarla ortak işletilen bu madenler, 1980’de terk edilmiş. Öylece olduğu gibi bırakılıp gidilmiş.

Sonra?

Sonrasını kimse sormasın diye konu bile edilmemiş. Maden bölgesinin üzerinde yaşayan insanlar, otlayan hayvanlar, onların sütlerini içen insanlar, derelerinde yüzen balıklar, hepsi hep birlikte radyasyona maruz kalarak hayatlarına devam etmişler. Hâlâ da ediyorlar.

Özer, kendisine bu bilgileri veren Doç. Dr. Enver Küçükgül ve Jeofizik Yüksek Mühendisi Erhan İçöz ile birlikte uranyum madenlerinin bulunduğu köye gidiyor. Onlara da madenlerde çalışmış bir köylü rehberlik ediyor. Ellerinde radyasyon ölçen bir alet ile her yerde ölçüm yapıyorlar.

Sonuç mu?

Kabul edilebilir radyasyon limitlerinin tam 140 kat fazlası olduğunu tespit ediyorlar!..

Bu ürpertici sonuçları alınca Köprübaşı Belediye Başkanı Zafer Mergen’e gidip durumu anlatıyorlar. Genç başkan ilgi ve kaygı ile onları dinliyor. Sonra fikrini söylüyor:

“ İlçemizin böylesi radyasyon sorunu ile anılması ilçeye zarar verir. Bizim buranın tek geçim kapısı çilek üretimidir. Lütfen bu şeyleri söylemeyeyim. Zaten bizi kimse uyarmadı! Yakında da seçimler var. Ben de köylüyüm, bize bir şey olmadı şimdiye kadar...!

Bir başka mini Çernobil ise Aydın’ın Söke ilçesine bağlı Kisir Köyünde yaşanmış. 12 Yaşında çocuklarda kanser tespit edilmiş. Sekiz aylık hamile kadının karnında bebeği ölmüş. “Eceliyle” ölüp gidenlerin kaçı uranyuma bağlı kanserden hayata veda ettiği ise bilinmiyor. Çünkü araştırma yapılmamış.

Özer’in kitabı tam bir korku filmi senaryosu gibi… Ama ne yazık ki, film senaryosu değil, çıplak elle tutulan bir gerçek.