“Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak”

Ekim’in ikinci yarısına geldik bile. Sezon iyice hareketlendi. Nasılsa ayak uydurmak mümkün olmadığına göre, bari bir vedaya saygıyla cevap verelim dedim. Son yılların en iyi Filmekimi bitti gitti, ne yazık. En sevdiğim iki filmi de son iki gününde izledim: “Mekânlar, Yüzler” ya da “Visages Villages” (Agnès Varda) ve harikulade oyuncularıyla “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” (Unutamadığım 2008 yapımı “In Bruges”ün yönetmeni Martin McDonagh).

Ama en iyisi Varda’dan söz edelim biz, çünkü onun filmi bir veda. Söyleyecek şeyi olmadığı için değil. Varda’nın her zaman söyleyecek şeyi olmuştur. Gözleri eskisi gibi görmediğinden ve film yapmak için para bulamadığından... Yanında bir genç yönetmen var. Yani, 34 pek de genç bir yaş sayılmayabilir ama diğer yönetmen 88 yaşında olunca, kendisine JR denmesini isteyen fotoğrafçı/sokak sanatçısı yönetmen de ister istemez genç kalıyor. Ayrıca, sevimli bir şahıs. Yaşını elbette dert etmiyor, neyse ki Varda da dert etmiyor. JR onu kızdırıyor, Varda ortağını azarlıyor. Varda’nın gözleri mesele çıkarsa da, yaratıcı bakışının maşallahı var.

Yaşı da hiç sorun olmamış sanki. JR’ın biraz da onu ajite etmek için sorduklarına, uzun bir ömrü geride bırakmış, sevdiklerinden ayrı düşmüş, ama hayatı seven ve hâlâ bir şeyler yapmak isteyen bir sanatçı/kadın/insan olarak cevap veriyor. Köy köy geziyor, JR’ın çektiği fotoğrafları kocaman boyutlarla özel olarak donatılmış kamyonetlerinin yanından alıyorlar. Fotoğraf sahiplerinin yaşadığı yerlere, hatta istedikleri yerlere yapıştırıyorlar. Çeşit çeşit insanla tanışıyorlar, hemen hemen hepsi ile gayet güzel anlaşıyorlar. Plan da bu zaten: Köyden köye gidecekler, köylüleri kamynete binip poz vermeye davet edecekler. Sonra da o siyah-beyaz fotoğrafları, ya da geçmişten kalmış fotoğrafları, hatıraların çağırdığı yere, ya da düpedüz ‘model’lerinin evlerine asacaklar. Eğer bu gerçekten son filmiyse, Agnès Varda’nın bir kuğu vedası sunduğu söylenebilir. Hayao Miyazaki ve Abbas Kiarostami’nin vedaları gibi. Gerçi halen hayatta olan ama sinemayla vedalaştım diyen yönetmenler bir şekilde geri dönüyorlar. Varda de, kimse hafızasının deliklerinden düşüp kaybolmasın diye bu resim basma fikrinden pek hoşnut.

Harika yerlere gidiyorlar, bazıları ilgincin de ötesinde insanlarla karşılaşıyorlar (dişsiz şair Jaco gibi). Ya da üç liman işçisi, neden olmasın? Esas ilginç olan ise bu üç işçinin hayret verici hanımları. Eski fotoğraflarda kendilerini arayan eski işçiler... Bir de, Agnès’in genç ortağı, elbette. JR, tıpkı Varda’nın vaktiyle birlikte çalıştığı Jean-Luc Godard’a benziyor. Godard ile Varda’nın birlikte çalıştıkları yaşta. Gene onun gibi siyah gözlükleri var, gözünden hiç çıkarmıyor.Deniz kenarında oturup her şey hakkında konuşuyorlar. Biri neredeyse 90’ında, öteki 34 yaşında. İkisini izleyince “Keşke daha önce tanışsalarmış,” diyorsunuz. Varda da “Tanıdığım her yeni kişi sanki tanıyıp tanıyacağım son kişiymiş gibi geliyor,” diyor. Anma JR’ın 100 yaşındaki büyükannesini görmekten de mutluluk duyuyor sanki.

Varda’ filmlerini çok severim. Ama bana en çok dokunanı, 1991 yapımı “Jacquot de Nantes”dır. Açılış jeneriği bize Fransız yönetmenin üç genç aktör tarafından oynanan çocukluğu ve ergenliğinin bu dramatizasyonunun, Agnès Varda’nın senaryosunu yazıp yönettiği bir film olduğunu söyler, Başka bir deyişle çağrışımlardan oluşan bu eserin, kahramanının, kendisi de çok başarılı bir yönetmen olan ve “Fransız Yeni Dalga’sı’nın büyükannesi” sayılan karısı tarafından yazılıp yönetildiğini. Film, Demy’nin 1990’da filmin kurgu aşamasının hemen başında ölmesinden kısa süre önce çekilmişti. Varda çekim boyunca Charles Baudelaire’in “Le Balcon / Balkon” şiirinden, başlıkta gördüğünüz mısrayı da içeren bölümler okumuştu. “Jacquot de Nantes”, bir dönemin kaydından ziyade, kocasının dünyalarının gerçek ruhunu bir araya getiriyor. Filmlerden bölümler, belgesel çekimler, Demy’nin ilk yılları, hasta yönetmenin dinlenirken görünümü... Sonra 2. Dünya Savaşı işgalinin travmalarına rağmen yaratıcı, neşeli bir çocuk olan Jaco’nun her derde derman olmaya çalışması... Derken siyah-beyazlar bir anda yerini kısa süreli bir renkli dünyaya bırakır. Benim aklıma da hemen rengârenk, hatta pespembe “Les Parapluies des Cherbourg” gelir.

Agnès, en iyi filmlerinden biriyle bize gene hayatı, renkli dünyaları anlatıyor. Ama nedense aklıma “Jacquot de Nantes” gelmiş işte. Eğer bu sahiden bir son filmse herkesin vedası dilerim böyle olsun.