AKP meftunları her fırsatta, bankacılık sisteminin 2001 benzeri bir krizle karşılaşmadığı  için hükümete minnet borcumuz bulunduğunu

AKP meftunları her fırsatta, bankacılık sisteminin 2001 benzeri bir krizle karşılaşmadığı  için hükümete minnet borcumuz bulunduğunu başımıza kakıyor. Oysa söz konusu dönemde finans sektörü sade yurttaşların cebinden 50 milyar dolara dayanan bir faturayla hale yola konulmamış mıydı? Neden başkalarının yediği bir yemeğin hesabını bize ödetenlere, aynı hesabı ikinci kez ödemedik diye şükran duyulsun. Üstelik pisliklerini temizlememiz istenen Halis Topraklar, Cem Uzanlar, Hayyam Gariboğlular, Ali Balkanerler bir türlü hayatımızdan çıkmadılar, türlü çeşitli habasetlerle gündemi işgal etmekten geri durmadılar.
Yavuz hırsızın ev sahibini bastırma gayreti sırf Türkiye’ye özgü değil. Benzer bir tablo ABD başta olmak üzere 2008 krizinin sillesini yiyen diğer ülkelerde de gözleniyor. Nobel Barış Ödülü'nün Obama’ya layık görülmesi komedisinin izdüşümleri finans aleminde de peydahlanmaya başladı. Örneğin Financial Times gazetesi, Goldman Sachs’ın CEO’su Llyod Blankfein’ı yılın adamı seçiverdi. ”İnsanlığın kanını emen dev vampir” sıfatı yakıştırılan Goldman Sachs, ABD’de kriz sürer, işsizlik yaygınlaşırken bu yıl personeline 23 milyar dolar ikramiye vermekten geri durmadı. O banka ki ancak 43 milyar dolar hükümet garantisi, AİG’nin kurtarılması sırasında kasasına giren 12.9 milyar dolarla ayakta tutulabilmişti. Şimdi biraz biti kanlanınca eski alışkanlıklarına geri dönmekte tereddüt etmedi. Ödül sahibi Blankfein’ın daha 17 Kasım’da, “Yanlışlığı aşikar işlerin içinde bulunduk, üzüntü duymamız için çok neden var ve özür diliyoruz” sözleriyle günah çıkarması bile Financial Times’in teveccühüne mazhar olmasını engelleyemedi. Time Magazin de hür dünyayı krizden kurtardığı gerekçesiyle ABD Merkez bankası başkanı Ben Bernanke’ye benzer bir jest yaparak, Yılın Adamı ödülüne layık buldu.
Bu uygulamalar, Türkiye’de de 'Evet Bakanım' adıyla uyarlanan, bugünlerde İngiliz televizyonunda gösteriminin 30. yılına giren 'Yes Minister' dizisinin metin yazarı Sir Anthony Day’in finans teorisine cuk oturuyor. Jay’e göre, “Eğer kendi paranızı kendiniz için harcıyorsanız son derece dikkatli davranırsınız.” “Eğer kendi paranızı başkaları için harcıyorsanız, ne kadar harcadığınızda çok dikkatli, aldığınızın kalitesinde daha az titiz davranırsınız, halanıza Noel hediyesi seçerken olduğu gibi.” “Eğer başkalarının parasını kendiniz için harcıyorsanız, harcayabildiğiniz kadar harcarsınız, yeter ki istediğinizi alabilesiniz.” “Fakat başkalarının parasını yine başka insanlar için harcıyorsanız, ne kadar harcadığınıza da, ne için harcadığınıza da pek aldırmazsınız. İşte buna da hükümet denir.” (Financial Times 30 Aralık 2009).
Jay’in tezlerine biraz da sınıf boyutu eklerseniz, alın size 2001’de Türkiye’deki, 2008’de ABD, İngiltere ve birçok ülkedeki banka kurtarma operasyonlarının anatomisi.
NEOLİBERAL DEVLETÇİLİK
2010’a girerken dünya ekonomisinde sanki hiç kriz yaşanmamış, işsizlik tırmanmamış, en azından finansal sistemin yeniden düzenlenmesi gereği ortaya çıkmamış gibi davranılıyor. Evet doğru ABD’de, Avrupa’da ekonomik aktivitede bir kıpırdanma gözleniyor; Çin başta olmak üzere “yükselen ülkelerde” ise hızlı bir büyüme yakalanmış durumda.“Neoliberal devletçilik olarak da adlandırılan (François Sabado, International Viewpoint Kasım 2009) devletin ekonomiye yoğun para akıtmasının doğal sonuçları yanında, özellikle Avrupa’da “ahı gitmiş olsa da vahı kalmış” sosyal devletin devreye girmesinin olumlu etkilerinin ortaya çıkmasıyla bu iyimser hava yakalandı. Hikayenin adı da hemen “Büyük İstikrar” olarak kondu. Ne var ki henüz “duble dip” tehlikesi, yani krizin nüksetme riski atlatılamadı. Artan kamu açıklarının neredeyse sınıra gelmesi, kısa çalışma süresi benzeri sosyal programların sürelerinin dolmaya, ödeneklerinin tükenmeye yüz tutması gibi nedenlerle, henüz net bir “çıkış stratejisi” belirlenebilmiş değil. Böyle gidecek olursa zengin ülkeler grubunun kamu borçlarının GSMH’nın yüzde 120’sine dayanması tehlikesi işin vehametini apaçık gösteriyor. Gerek şirketler kesiminin gerekse de hanehalkının borçlarını temizleyebilmek için (delevraging) harcamalarını kısma, tasarruflarını artırma yoluna gitmeleri hızlı bir büyüme temposunun yakalanma şansının ne denli düşük bulunduğunun kanıtı. Küresel kapitalizm tüm umutlarını Çin’in yuanı değerlendirmesine, böylelikle kapılarını batı mallarına açmasına bağlamış durumda. Halbuki aşağıda tartışacağımız gibi Çin ekonomisinin de ciddi sorunları var, olası bir devalüasyon da ancak geçici ve sınırlı bir etki yapabilir. Gerek tek tek ulusal ekonomilerde, gerekse de dünyanın zengin coğrafyalarıyla yoksul bölümleri arasında gelir ve serveti yeniden paylaştıran, “yeryüzünün lanetlileri” yoksulların satın alma gücünü harekete geçiren radikal bir düzenleme yapılmaksızın derde çare bulunmaz, kapitalizmin krizi ekonomik ve sosyal boyutlarıyla ağırlaşır. Hatta Marksist iktisatçı Richard Wolf’un tabiriyle, “kapitalizmdeki krizler kapitalizmin krizine” dönüşebilir.
ABD'DEKİ YAPAY İYİMSERLİK
ABD henüz büyüme kaydedilen tek bir çeyrekle bile tanışamadı. 2009’un son üç ayı pozitif büyümeyle sonuçlansa da, işsizlik yüzde 10 psikolojik sınırının altına indirilememiş olacak. Haczedilen evlerin sayısı gittikçe kabarıyor, bu evlere yatırım yapan “hedge fonlar” ciddi karlar elde etse de, sosyal sorun giderek ağırlaşıyor. Hükümet garantilerinin ve sebil gibi likiditenin etkisiyle yeniden riskli alanlara yönelen bankaların 2009’da tam 120 milyar dolar kar etmeleri bekleniyor. Kasım anketleri ortalama çalışma süresinin 33 saat olduğunu ortaya koydu. Bu da patronların yeni işe almalara başlamadan önce ciddi bir manevra kabiliyeti bulunduğunu gösteriyor. Likidite bolluğu ve sıçrayan banka karlarıyla borsadaki yükselme, nüfusunun yüzde 50’sinin doğrudan veya dolaylı hisse senedi yatırımı bulunan ABD’de “refah etkisinin” tekrar hissedilmesini, güvenin bir parça geri gelmesini sağladı. Bu yapay iyimserlik, borsadaki olası bir irtifa kaybıyla yerini yeniden karamsarlığa, ekonomide tekrar ciddi bir travmaya bırakabilir.
GİDEREK SİLİKLEŞEN AB
Avrupa’ya gelince, öncelikle kriz ortamında AB’nin kurumsal ve mali yapısının ne denli zayıf olduğu meydana çıktı. Almanya ve Fransa başta gelmek üzere her ülke kendi ulusal ekonomisini kurtarmaya yöneldi, AB kimliği iyice silikleşti. Doğu Avrupa ülkelerinin adeta kaderlerine terk edilmesi, AB’nin gerektiği zaman sığınılabilecek bir “kabuk” bile sayılamayacağını ortaya koydu. Bilindiği gibi 2009’da ilk kez Avrupa Konseyi Başkanı ve AB Dış Politika Başsorumlusu seçildi. Size isimlerini söyleyebilir misiniz? diye bir soru yöneltsem, muhtemelen, eski Belçika Başbakanı Van Rompuy ve Leydi Ashton cevabını vermekte zorlanacaksınız. Üzülmeyin bu, bilgi eksikliğinizden ziyade, AB’nin kimlik zafiyetinden kaynaklanıyor.
AB’nin meşhur Maastricht kriterleri oldum olası birtakım muhasebe oyunlarıyla by-pass ediliyordu. Ancak krizle birlikte, ülkeleri adeta bir deli gömleğine sokarak, bütçe açığını GSMH’nin yüzde 3’üyle sınırlayan Büyüme ve İstikrar Paktı başta olmak üzere tüm kurallar adeta kevgire döndü; avronun geleceği ciddi biçimde sorgulanmaya başlandı. İspanya ve İngiltere dışında AB’nin belli başlı ekonomilerinde bir kıpırdanma görüldüyse de, henüz tatminkar bir büyüme rotasına geçilebilmiş değil. OECD, 2010 sonunda AB bölgesinde işsizliğin yüzde 10’a, diğer bir ifadeyle 57 milyon kişiye yükseleceğini, bunun da 2007’de krizin baş göstermesinden beri 25 milyon istihdam kaybı anlamına geleceği öngörüsünde bulunuyor.
AB bölgesinde belki de en kaygı verici sinyal, bütçe açıklarının artması, kamu borçlarının kabarmasıyla birlikte “ülke riski” endişesinin, yani hükümetlerin borçlarını ödeyemeyeceği kaygısının belirmesi. AB’nin “kaplanı” olarak gösterilen, bir takım liberallerin Türkiye’ye “model ülke” ilan ettikleri İrlanda en vahim duruma düşenlerden birisi. 4.5 milyon nüfuslu ülkede işsizlik rakamı yüzde 15’ler civarında seyrediyor. Kemer sıkma önlemleri kapsamında kamu sektöründe yüzde 15’e kadar ücret kısıntısına gidildi. Bu “vahşi” önlem şimdilik ciddi bir toplumsal çalkantıya yol açmadı. Benzer bir durumdaki diğer bir AB üyesi Yunanistan’da bütçe açığı GSMH’nın yüzde 13’üne, kamu borçları da yüzde 125’ine dayanmış durumda. Yeni seçilen PASOK’lu Başbakan Papandreou sermaye çevrelerine mali istikrarda kararlı bulundukları, bunu toplumsal barış çerçevesinde başaracakları güvencesini veriyor. AB’nin de kurumsal yapı olarak irtifa kaybettiği, avronun bile tartışmalı hale geldiği bir ortamda Yunanistan’ın temerrüt, yani borç ödeyememe durumuna düşmesine izin vermeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Ne var ki Yunanistan canlı bir toplumsal muhalefetin bulunduğu; komünist-sosyalist ve anarşist parti ve hareketlerin sokağı harekete geçirebildiği bir ülke. Kamu çalışanlarının ücretlerine, sosyal programlara kastedecek adımlara anında canlı bir karşılık verileceğini tahmin etmek zor değil. Bu nedenle Yunanistan küresel krize direniş anlamında kısa sürede “laboratuvar ülke” haline gelebilir, Türkiye dahil farklı coğrafyalara ilham verebilir. Ayrıca Papandreou hükümeti, “sosyal liberalizmin” küresel kapitalizme Sarkozy ve Merkel hükümetlerinden bile daha sadık olduğunun anlaşılması, Türkiye’de de benzer bir cazibe merkezi yaratmaya çalışanların gerçek niteliğinin ortaya çıkması açısından da ilginç bir örnek oluşturabilir.
ÇİN DE SORUNSUZ DEĞİL
Krizden çıkış stratejileri tartışılırken, tıkanmayı aşmak için illa ki Çin’den medet umulduğunun altını çizmiştik. Gerçekten kriz sürecinde Çin ekonomisi yavaşladıysa da hiç durmadı, 2009’un ikinci yarısında tekrar hızlı bir ritm yakaladı, 2010’da ise yüzde 9’luk bir tempoda büyümesi öngörülüyor.
Küresel krizle birlikte dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Doğu'ya kaydığı, Çin’in yükselen yeni hegemonik merkez haline geldiği tezleri yaygın taraftar bulmaya başladı. Pekin’in orta-uzun vadeli yükseliş öyküsü bir yana, uluslararası sermaye alkış tutsa da, kısa vadede uygulanan ekonomik programın ne ölçüde isabetli olduğu iyice tartışmalı.
Çin’in 1.2 trilyon doları bulan harcamaları Almanya ve Japonya gibi sermaye malları ihracatçısı ülkelerin yüzünü güldürse de, aşırı kredi genişlemesinin fazla kapasite yaratma ve maliyetleri dolayısıyla enflasyonu yükseltme riski orta yerde duruyor. Çin’e, ekonomisini büyük ölçüde iç talebe ağırlık verecek şekilde yeniden yapılandırması, düşük yuana bağlı ihracata dönük modeli terk etmesi öneriliyor. Böylelikle Batı dünyasından ithalatını sürdürürken, ihracatını kısması, böylelikle daha dengeli bir küresel ekonomi tablosuna katkıda bulunması isteniyor. Bu tip temennilerin gerçekleşmesi onu dillendiren uluslararası sermaye çevrelerinin işine gelse de, uygulanma şansı pek yüksek görünmüyor. Öncelikle talebin ülke içine, özellikle hane halkına yıkılması o denli kolay değil. Bir kere Çin sanılanın aksine derin bir gelir dağılımı bozukluğu ve bölgesel gelişmişlik farklılığı bulunan bir ülke. Küresel tedarik zincirlerine dönük üretim büyük ölçüde kıyı kesiminde ve ülkenin güney bölümünde, kuzey ve iç bölgelerden gelen ucuz işgücüne dayanarak yapılıyor. Ülkedeki aşırı yüksek tasarruf oranı sosyal güvenlik sisteminin neredeyse var olmamasının, kamusal eğitimin ve sağlığın özellikle gurbete çalışmaya gelenlere teğet geçmesinin bir sonucu. Haliyle insanlar hini hacette lazım olur düşüncesiyle, geleceklerini heba etmemek için, hastalık günlerini, çocuklarının eğitimini hesaba katarak ellerine geçen gelirin çoğunu tasarruf ediyor. Tüm dünya için gerekli bir servet ve gelir dağılımı düzeltmesi, Çin’de de gerçekleşmeden, kapsamlı bir sosyal devletin altyapısı kurulmadan ülkenin büyüme stratejisini değiştirmesi adeta imkansız.
New Left Review dergisinin Kasım-Aralık 2009 sayısında, “Amerikanın Baş Hizmetçisi” başlıklı makalesi yayımlanan Hung Ho-Fung, özellikle sermayeyi elinde tutan, küresel kapitalizme entegrasyonu gerçekleştiren “kıyıdaki şehirli elitin” ülkede hakim blok haline geldiğini, Çin Komünist Partisi’nde de oldukça etkili bir konumu bulunduğunu, dolayısıyla statükonun değişmesinden yana tavır takınmayacağını vurguluyor. Hu-Fung’un altını çizdiği diğer önemli bir nokta da, Çin’in kendine özgü bir ihracat modeli geliştirmekten ziyade, Asya’nın montaj merkezi haline gelmiş olması.
Ho-Fung krizden çıkışın, Güney-Güney ticaretinin yaygınlaşması, Güney ülkelerinin birbirinin mallarının tüketicisi konumuna gelmesinden geçtiğini düşünüyor. Nitekim serbest ticaret tellallığını kimseye bırakmayan ABD, 2010 yılına Çin’in çelik boru ihracatına yüzde 10 ila yüzde 16 gümrük vergisi koyarak girdi. Böylelikle “kendine liberal işine gelmeyince korumacı” kimliğini bir kez daha sergiledi. Tüm bu tartışmalar küresel ekonominin krizden kolayca sıyrılamayacağını ortaya koyuyor.
Geleceğe yönelik projeksiyonlarda artık mutlaka Latin Amerika’yı da denkleme katmak gerekiyor. Bu nedenle, Latin Amerika ekonomisi de gelecek yazının konusunu oluşturacak.