Demokrasi, tabiî ki seçimlerden ibaret değil. Ancak demokrasinin asgarî koşulu, herkese eşitseçme ve seçilme hakkı

Demokrasi, tabiî ki seçimlerden ibaret değil. Ancak demokrasinin asgarî koşulu, herkese eşitseçme ve seçilme hakkı.

Seçim barajını destekleyip korumak bir yana, bu barajı tümüyle kaldırmanın ötesinde ‘millî bakiye’ sistemi yönünde mücadele etmeyen hiç kimse demokrasi kelimesini ağzına alamamalı. Benim oyumu geçersiz saymak hiç kimsenin haddine düşmez; aslında haydutluktan başka bir şey değildir insanların kendilerine verilmemiş oylarına el koymak; ama, baraj (barrage) da zaten Fransızca ‘barrer’, yani yol kesmek fiilinden türetilmiş bir kelimedir.

‘Baraj’cılık sadece haydutlukla kalmaz; partilere hazine yardımını yüzde 10 şartına bağlayan son düzenlemeyle, işi dolandırıcılığa da vardırmıştır: Benden alınan vergi, benden oy alamayanlara dağıtılmaktadır.

Seçim barajı, en geniş anlamıyla insanlığa karşı bir suçtur. ‘Kurt Kanı’nda Jack London kızak köpeğine söyletir; sadece insanda bulunabilip de, hayvanda kesinlikle olmayan tek şey adalet duygusu, hak kavramıdır. Biliyorsunuz, AKP seçmenlerin sadece dörtte, oyların da sadece üçte biriyle Meclis’in yüzde 66’ından fazlasını kapatarak iktidara gelmiştir.

Hayvanda adalet duygusu, hak kavramı yoktur; ama hiç değilse hakka, adalete de karşı değildir. Oysa ‘baraj’cı, her ikisini de yok etmenin, yani insanı insana özgü olandan uzaklaştırmanın ve bu durumdan istifade etmenin peşindedir; dolayısıyla da en affedilmezinden bir kamu suçu işlemektedir; ki, işte bu yüzden de, fikirlerine itibar etmemenin ötesinde toplumdan tecrit edilip cezalandırılması gerekmektedir.

‘Baraj’cının geneldeki durumu budur; ancak Türkiye özelinde ele alındığında, ‘baraj’cı aynı zamanda, ırkçı bir bölücüdür de; zira, mevcut yüzde 10 barajı, fiiliyatta, “Kürdüm” diyen Kürtleri Meclis’e sokmamak üzere kullanılmaktadır; ki, bu noktada ‘baraj’cılık, artık sadece insan ve demokrasi düşmanlığı olmakla kalmayıp, ülkede kan dökülmesinden beslenen siyasal bir pozisyon niteliği de kazanmış olmaktadır.

İnsanların silahlı siyasete yönelmelerinin temelindeki en güçlü belirleyici, barışcıl bir ortamda konuşarak, yani Parlamento’da (Fransızca ‘parler=konuşmak’ fiilinden Konuştay) sesini duyurup sözünü dinletmelerini imkansız kılan hâl-i hazırdaki süper yüksek barajlı seçim sistemidir.

‘Baraj’cı barajı savunur, siyasal istikrar ancak bu surette sağlanabilir diyerekten; hiç mi hiç utanmaksızın. Utanmaksızın; zira, neredeyse otuz yıldır süren bir ‘düşük yoğunluklu savaş’ durumunu istikrarmış gibi gösterip savunabilmektedir. Şöyle de söyleyebiliriz: İstikrarı sağlamak adına, başta süper yüksek seçim barajı olmak üzere, en çeşitli yollardan halkın örgütlenip ülkenin gidişatı üzerinde etkili olmasının önünü kesenlerin, istikrarlı kılabildikleri aslında tek şey vardır; ki, o da ‘düşük yoğunluklu savaş’tır. Burada şunu da not edelim ki, ‘baraj’cılar, tümüyle şuursuz olmamak kaydıyla, kendi çocuğunun kanı dökülmeyecek olanlar arasından çıkar.

Başbakan, seçim barajının  -tümden kaldırılması da değil-  düşürülmesini bile reddetmektedir, ülkenin ekonomik yapısına zarar vereceği gerekçesiyle. Başbakanın ne dediğini hakkıyla değerlendirmek için, her şeyden önce şunu bilmek gerekir: Ekonomi, tam tamına ‘ev idaresi’ anlamına gelir; Eski Yunanca’da ‘ev, yuva, yaşama alanı/ortamı/çevresi’ anlamına gelen ‘oikos’un Fransızca’ya geçerkenki kibarlaşmış hâli olan ‘éco-eko’ ile, yine aynı antik dilden Arapça tarikiyle dilimize de ‘namus’ olarak geçen ve ‘sınırları iyice belirlenip belirtilmiş alan/davranış kalıbı’ anlamına gelen ‘nomos’tan türetilmiş ‘nomie-nomi’nin Fransızca’da birleştirilmesinden doğmuş bir kelimedir.

Bir evin düzenlenip idare edilmesinin evrensel ve zorunlu tek bir biçimi bulunmayıp, her ekonomi mutlaka ve mutlaka politik, yani belirli siyasal tercihler doğrultusunda biçimlenmiş bir mekanizmadır: Başbakan, “ekonominin yapısı bozulur” derken, aslında siyasal temsilcisi olduğu korsan kapitalistlerin 12 Eylül ürünü tezgahına halel geleceği endişesini dile getirmektedir.

Bu tezgahın kurulup işlemesini sağlayan ve birbirini karşılıklı olarak besleyen iki temel olgu ise , bir yandan halkın siyasal katılımının en aza indirgenmesi, diğer yandan da ‘terörle mücadele’ adına sadece binlerce yıllık köylerinden/yurtlarından değil, esas olarak üretim araçlarından (tarla, mera, hayvan vb…) da kopartılarak zorla proleştirilip büyük üretim merkezlerine devasa bir ‘yedek işsizler ordusu’ olarak göçmek zorunda bırakılmış en az dört-beş milyonluk bir ‘dışarlıklı-dağlı’ Kürt kitlesinin oluşturulmasıdır.

Önümüzdeki hafta devam etmek üzere, şu iki hususu kaydedip yazımızı bitirelim: Mevcut hükümete muhafazakâr falan demek lafı eğip bükmektir; ama, bu da tam tamına, oldukça savruk da olsa gerçek bir faşizm yolunda ilerliyor olmasından kaynaklanan bir çekingenliğin ürünüdür; bir de ‘başkanlık sistemi’ni akademik düzeyde ciddî ciddî tartışmak kadar zavallıca hiçbir şey olamaz; zira, olan biten, Tayyip Erdoğan’ın kendi fiilî diktatörlüğünü yasal bir çerçeveye oturtma yolundaki alıştırmalarından başka bir şey değildir