Geçtiğimiz haftalarda, memleketin acil gündemleri arasında o günlerde henüz yer almayan bir gelişmeden bahsetmiştik. Ve de sahnenin dibinde gelişen aksiyondan. Hükümetin senelerdir sendika yasasında yapılacak değişiklikler mevzu bahis olduğunda çıkarıp çıkarıp masaya koyduğu “sayarım ha!” tehdidini ele almıştık. Aynı yazıda ayrıca Türk-İş genel kurulundaki gelişmelerden de bahis açmıştık. Toplu iş ilişkileri Kanunu Tasarısı’nın meclise gönderilmesi ile sahnenin dibinden önüne doğru çıkan bu konuya kaldığımız yerden devam edelim.

Yeni tasarının en tartışmalı konularından bir tanesi işkolu barajı idi. Mevcut yasaya göre memleketteki bir işkolunda çalışmakta bulunan işçilerin %10’nunu örgütlemiş bulunan sendikalar toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine sahip idiler. Bir işletmede toplu görüşme yapabilmenin şartı ise o işyerindeki işçilerin yarısından bir fazlasının sendikaya üye olması idi. Ancak zurnanın zırt dediği yer sendikaların çoğunun gerçek üye sayıları bu %10 barajını epey altında olması idi. Sendikalar ölmüş, işten ayrılmış, emekli olmuş üyelerini üyelikten düşmüyor bu da üye sayılarını olduğundan fazla göstererek toplu iş sözleşmesi yapmalarını sağlıyordu. Yüzde on gibi dünyanın hiçbir yerinden yeri olmayan ve hiçbir uluslar arası çalışma standardına uymayan bir barajın yol açtığı bu garabet en sonunda dönüp dolaşıp işçilere patlıyordu. Sendikalar ne zaman üyelerinin haklarını savunmak yolunda bir adım atsalar hükümetin sayarım ha tehdidiyle karşılaşıyorlar geri çekiliyorlar bu kör dövüşü sürüyordu. Son olarak geçtiğimiz Ocak ayında açıklanması gereken SGK verilerine göre sendika üye sayıları da açıklanmadı. Onun yerine yepyeni(!) bir toplu iş ilişkileri kanun tasarımız oldu. Meclise gönderilen bu tasarı da beklenti işkolu barajının binde beş gibi sembolik bir düzeye düşürülmesi idi. Ancak tasarı da “iş kolu barajı” yüzde üç olarak diğer barajlarla birlikte şu şekilde yer aldı: Kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde üçünün üyesi bulunması şartıyla işçi sendikası, toplu iş sözleşmesinin kapsamına girecek işyerinde başvuru tarihinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının, işletmede ise yüzde kırkının kendi üyesi bulunması hâlinde bu işyeri veya işletme için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir. İşletme toplu iş sözleşmeleri için işyerleri bir bütün olarak dikkate alınır ve yüzde kırk çoğunluk buna göre hesaplanır.”ancak görünen o ki baraj yüzde üç iken bile barajın üzerinde kalabilecek sendika sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Ancak hükümet bu barajlara uyum sağlamaları için sendikalar beş yıl süre lütfetmiş. Geçici madde birin dördüncü maddesi şöyle demekte “Bakanlıkça mülga 2822 sayılı Kanunun 12 nci maddesine göre yayımlanan en son istatistiklerde toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi için başvuru hakkına sahip işçi sendikaları hakkında bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren beş yıl süreyle 41 inci maddede belirtilen yüzde üç temsil şartı aranmaz”. Ancak kuvvetle belirtmekte fayda var. Elbette ki yüzde on, beş, üç ya da bir. Sendikal örgütlenmenin önündeki herhangi bir baraj engeline tümüyle karşıyız. Diğer yandan önümüzdeki yıllarda tüm bu baraj tartışmalarının ötesinde asıl sorunumuzun “örgütlenememe” sorunumuz olduğunu hatırda tutmakta fayda var. Ve bu sorun ne yazık ki yalnız “barajlar” ile ilgili olmaktan çok uzak. Sendikaların son derece yapısal problemlerine dayanıyor. Geçtiğimiz hafta yazmış bulunduğumuz yazıya gelen birçok okur tepkisi aynı yöne işaret ediyor. Sendikaların üye ve genel toplum çıkarlarını savunmakta nasıl başarısız olduklarından, kayıt dışılaşan ve esnekleşen sektörlerde örgütlenme ihtiyaçlarına cevap veremediklerinden, sendika yöneticilerinin kendi çıkar ve pozisyonlarını korumak için nasıl bataklıklara girdiklerinden, sendika içi demokrasinin yokluğundan, muhaliflerin sürekli ve devamlı tasfiyesinden, en nihayetinden sendikaların geldikleri durumda bu yapılarının da sorumlu olduğundan bahis açan pek çok mektup. Sendikaların kadim kadın düşmanlığını, sendikalar içindeki taciz ve mobbing davaları ve diğerleri. Ancak tüm bunlara yapılan muhalefet de maalesef “bizim yaptığımız en doğru, bize katılın” diyen grupçuklar olmaktan sıyrılıp, sendikal hayatta bir “sol duyu” oluşturabilecek güçte görünmüyor henüz. Henüz. Her şeye rağmen kendi hayatlarımızı değiştirmenin tek ve yegâne yolu örgütlenmek ve sendikalar da çalışma hayatında bunu yapabileceğimiz en öncelikli yerler hala. Dolayısıyla “sendikalaşma” düşüncesine zarar vermeden yapısal sorunlarımızı nasıl çözeceğimize yanıt aramak can alıcı vazifemiz olmaya devam ediyor. Barajlar olsun ya da olmasın.