Son bir aydır her hafta yeni bir ‘şeytani bebek’ filmi gösterime giriyor. Önce Charlotte the Return/Katil Bebek Geri Döndü, sonra Annabelle 3 ve şimdi de Curse of the Witch’s Doll/Bebeğin Laneti. Bunlardan ilki ve sonuncusu temel sinematografik standartları bile karşılayamayan çok kötü video filmleri; Annabelle 3 ise teknik kalitesine rağmen hikâyesinin sosyolojik boyutları açısından kötü […]

Son bir aydır her hafta yeni bir ‘şeytani bebek’ filmi gösterime giriyor. Önce Charlotte the Return/Katil Bebek Geri Döndü, sonra Annabelle 3 ve şimdi de Curse of the Witch’s Doll/Bebeğin Laneti. Bunlardan ilki ve sonuncusu temel sinematografik standartları bile karşılayamayan çok kötü video filmleri; Annabelle 3 ise teknik kalitesine rağmen hikâyesinin sosyolojik boyutları açısından kötü bir film. Kadın düşmanlığı üzerine kurulu yapısından dolayı Annabelle serisinin ilk filmine dair bir şeyler yazmıştım (‘Kameranın cinsiyeti’, BirGün, 25 Ekim 2014); aynı yazı, tek sözcüğü bile değiştirilmeden üçüncü film için de kullanılabilir maalesef…

Şeytanın dünyaya hükmedebilmek için araç olarak kadınları/kız çocuklarını kullandığı düşüncesi tek-tanrılı dinlerin insanlığa en kötü armağanlarından biridir. Kuzey mitolojisindeki Nornlar -hayat ağacının dibinde oturup kaderin ağlarını ören üç cadı-, Zeus’un kıskanç ve komplocu karısı Hera ya da Gorgonlar gibi korkutucu dişi imgeleriyle çok-tanrılı dinlerde de karşılaşılır ama bunların hiçbiri kendini Adem’le eşit gören isyankâr Lilith kadar lanetlenmemiştir. Lilith’le başlayan sürecin son sözünü ise bir ‘sahih hadis’te buluruz: “Bana cehennem gösterildi, bir de gördüm ki cehennem ahalisinin çoğu kadınlardır” (Sahih-i Buhari ve Tercemesi, Çev: M. Sofuoğlu, Ötüken Yay., 1987, Cilt 1, S. 184)

Erkekler tarafından erkekler için organize edilmiş toplumsal yapılardan başka türlü ahiret tasarımları beklenemez zaten, ama asıl problem gündelik hayatın doğrudan bu dinsel inanışlara göre tasarlanmasında ortaya çıkıyor: Tüm sistem, cennetin ödülü ve cehennemin yakıtı olan kadının dünyadaki varlığının mümkün olduğunca kısıtlanması üzerine kurulur; kadının hayatı evle sınırlandırılır, evin dışında ancak haremlik-selamlık usulüyle var olmasına izin verilir. En kötüsü, kendisini kamusal alanlarda görünmezleştirmesi gerektiğine inandırılır. Kadın ya böyle olacak ya da şeytanın işbirlikçisi olarak damgalanmayı göze alacaktır.

Eğitim dendiğinde AKP’lilerin aklına imam-hatip liselerinden başka bir şey gelmemesinin başlıca nedeni de bu ‘ahiret temelli dünya’ tasarımı. İçine doğdukları dünyanın metafizikten arınmış gerçekliğinde her insanın eşit haklara sahip, doğayla barışık ve mutlu olduğu bir toplumsal yapı kurmak için çalışmak gibi son derece basit ve güzel bir yaşamsal amaç yerine, her dinin kendine has ölçülerle yarattığı ve bu yüzden hiçbiri genel olarak insanlığa hitap etmeyen ‘ölümden sonraki dünya’ tasarımlarıyla hayatı hem kendine hem de başkalarına zehir etmek; bu çok ilginç bir psikopatolojik hâl.

Ve bunu tartışmayı bile çoktan bitirmiş olmamız gerekirken, AKP ‘başgan’ı, anaokulundan üniversiteye dek sürecek bir haremlik-selamlık uygulamasını Türkiye’ye dayatmaya çalışıyor. Bunu yaparken de “Bakın, kızlarla erkeklerin ayrı okuması ülkenin gelişmesini engellemiyor” diyebilmek için Japonya’yı örnek gösteriyor; kadınların oy kullanma hakkına bile ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kavuşabildiği, kadının ‘hizmetkâr’a indirgenip Budizm tarafından bile baskılandığı, ‘ideal kadın’ı yaratmak için geyşa-bebekler üreten, din destekli erkek-egemen feodal yapının en postmodern temsilcisi olan Japonya’yı!

İster evcilik oyuncağı olsun ister gelin arabası süsü, oyuncak bebekler basit cinsiyetçi toplum nesneleri olmaktan çıkalı çok oldu; ‘cinsiyetçi’ tanımının yetersiz kaldığı yeni bir aşamadayız. Bebekler sadece kız çocuklarının ‘kadınlık/annelik simülatörü’ değil artık, postmodern bir ortaçağın cadılarına dair ideolojik aktarım nesneleri: Buna göre, kamusal alanın artık sadece kadınlara, sadece kız çocuklarına değil, oyuncak bebeklere bile yasaklanması gerekiyor…