Bari onlar yaşasınlar

Bir hekim anlatıyor:

...Tıp fakültelerinde sağlığın tanımı; ‘Fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak tam iyilik hali’ şeklinde yapılır. Hekimliğin alfabesidir. Zorla müdahale bir tedavi yöntemi olamaz. Zaten bunda amaç tedavi değildir. Uzun süreli bir açlık grevi ya da ölüm orucunda, vücut değer ve dengeleri sarsılmış durumdadır. En ufak bir dikkatsizlik ciddi hasarlara yol açar. En önemli ve mutlak surette geri dönülmez hasarlar ise beyin ve sinir organlarında oluşur. Tedavi süreci çok hassastır. Yani o insanları serum takıp iyileştiremezsiniz. Vücutta ciddi olarak eksilen vitamin takviyesini sağlamak gerekir. Tıbbi olarak vücut enerji tüketir. Sinir hücreleri, az kullanılan organları yiyerek yaşamını devam ettirmeye çalışır. Kas erimesi durumu en belirgin örnektir. Bunu sürdürenler, B vitamini ile hayata tutunur...

2000 yılında ölüm orucuna katılmış biri anlatıyor:

...1993 yılında tıp fakültesinde öğrenciydim. 1995 yılında gerçekleştirilen Gazi katliamını kınamak için basın açıklaması yaptığımız sırada gözaltına alınıp, ‘terörist’ olduğumuz gerekçesiyle tutuklandık. 21 kişiydik. Aslında ortada hiçbir delil falan yoktu. Cezaevindeyken F tipi dayatmaları gündeme gelince ölüm oruçları da başladı. 15 Aralık 2000’de ben de ölüm orucu tutmaya karar verdim. Üçüncü grupta yer aldım. Amasya ve Bursa hapishanelerinde kaldım sonrasında Edirne’ye götürüldüm. Orada ölüm orucunun 125’inci gününde zorla müdahale yapılmış. 2001 yılının Temmuz ayında ‘kendisine yetemez’ raporuyla ceza ertelemesi ile dışarı çıkarılmışım. 6 ayda bir durumum kontrol ediliyormuş. 3’üncü 6 ayın sonunda tamamen tahliye edilmeme karar verilmiş... Yapılmış, verilmiş, edilmiş... Hiçbirini hatırlamıyorum. Tek başıma ayakta duramıyor, asla yürüyemiyormuşum. Gözlerimde ‘nistagmus’ yani ‘titreme rahatsızlığı’ olduğunu anlattılar. Aslında benim hayatımda 1995- 2003 yılı hiç olmadı. O süreye dair hiçbir şey yok. Ben, ben değildim. Yavaş yavaş kendime gelirken, tarifsiz bir boşluk hissine kapıldım. ‘Neyim, kimim, ne olacağım’ sorularının cevabı ile boğuştum. Hâlâ denge problemim devam ediyor, kayıp yıllarımı hiç bilmediğim gibi unutkanlık sorunum da sürüyor.

Yaşama tutunmayı başarabilmiş bir adam anlatıyor:

İyileşmeye başlayınca... 2004 yılında sınıf öğretmenliği bölümünü kazanıp bitirdim. KPSS’ye girip kazandım. Ancak ‘terörist olduğum’ gerekçesiyle cezaevinde yattığım için atamam yapılmadı. Kadrosuz olarak zihinsel engelliler öğretmenliği yapmaya başladım. 2009 yılında öğrenci affı çıkınca tıp fakültesine, 2. sınıftan ayrılmak zorunda bırakıldığım okulama geri döndüm. 2016’da mezun oldum. Doktorum...

Doğrudan kendisi için çıkarılan bir kararla işinden atılan bir kamu görevlisi anlatıyor:

...Karaman, Ayrancı toplum merkezi sağlığında sadece 7 ay görev yapabildim. 15 Temmuz’da darbe olunca atamam iptal edildi. Eğitim emekçisi eşim de KHK’lerden nasibini aldı. O da işinden edildi...

Nuriye ve Semih’in arkadaşı anlatıyor:

...Aynı durumdayız. Darbeyi biz mi yaptık? ‘Ölmesinler’ diyoruz. Bu acıları yaşadık biz. Toplumun büyük bir bölümü de açlık grevi ve ölüm oruçları ile ilgili eksik bilgiye sahip. 1996 yılından anımsadığım eylemlerin 2’inci ayından sonra ölümler başlıyordu. Çünkü B1 vitamini kullanılmıyordu. 2000’li yıllardaki eylemlerde 120’nin üzerinde insan öldü, 600 kişi sakat kaldı. 350- 400. günleri görenler oldu. Ne sakat bırakın ne de ölmelerine izin verin. Bari onlar yaşasınlar. 150 günden sonra her şey olur. Her an bir ölüm haberiyle sarsılabiliriz artık...

Bir bebek bekliyorlar. Enis Aras ve eşi Gülizar Aras... 3 ay var.

Hekimdir, 2000 sürecinde ölüm orucuna katılmış bir mahkûmdur. Her şeye rağmen yaşamaya tutunmayı başarabilmiş bir adamdır. 15 Temmuz’dan sonra ‘eski defterlerde’ haksız yere ‘terörist’ yazdığı için işinden edilmiş bir mağdurdur.

Bir hayat, koca bir Türkiye öyküsüdür Enis Aras.

Bunca satır içinde... “Bari onlar yaşasınlar...”