Bu yıl İstanbul Barosu Genel Kurulu, Sütlüce’deki Haliç Kongre Merkezi’nde yapıldı. Burası eskiden mezbahaydı.

Bu yıl İstanbul Barosu Genel Kurulu, Sütlüce’deki Haliç Kongre Merkezi’nde yapıldı. Burası eskiden mezbahaydı.

Sosyal demokrat belediyelerin yapamadığını AKP’li belediye becerdi; eskinin üzerine yeni bir yapı kurdu. Kurulan yeni yapı ile de çok övünüldü. Örneğin “Avrupa Kültür Başkenti” resmi açılış töreni burada yapıldı. Çoğulculuk adına, Türk, Kürt, Rum, Yahudi... sanatçılara açılışta yer verildi.

Hepsi iyi güzel. Yalnız, referandum ile Anayasa’nın 10. maddesine yapılan ekleme, burada unutulmuştu. Bilindiği gibi Anayasa’nın 10. maddesi, ünlü “eşitlik” ilkesini düzenler. Referandumda, çocuklar, hasta ve sakatlar için yapılacak uygulamalarda, poztif ayrımcılık ilkesi getirildi. Yani çocuklara, hasta ve sakatlara yapılması gereken ayrımcılık, eşitlik ilkesine aykırılık olmaktan anayasal olarak çıkartıldı. Ne güzel... Zaten bu konuda çağdaş dünyanın çoktan gerisindeydik.

Açılışta ise bu poztif ayrımcılık unutulmuştu.

Unutulmamış olsaydı, sakat bir sanatçı, Haliç Kongre Merkezi sahnesine nasıl çıkardı, merak etmekteyim. Zira, Baro Genel Kurulu’unda, içlerinde ben de dahil olmak üzere her grubun programında, sakat meslektaşlara ilişkin tasarılar yer almaktaydı. İyi de, yirmiyedi bin kişilik İstanbul Barosu Genel Kurulu’nda, bir sakat avukat sahneye çıkıp konuşma yapmadı. İstese de yapamazdı. Zira, “sağlamlar” için tasarlanmış bu “yeni ve çağdaş ve övünülesi” yapının sahnesine kucakta çıkması gerekecekti.

Ülkemizde sekiz buçuk milyon sakat varken, bu ayrıntılar böyle kolay ve rahat atlanıyor.

İstanbul, sakat olmayanlar için bile zor yaşanılır bir kent. Geçen hafta 19 Aralık “Hayata Dönüş Operasyonu” davasının duruşmasına katılmıştım. Öğle arası verildiğinde, adliyeden dışarı, duruşmada beraber olduğumuz Eşber Yağmurdereli ile birlikte çıktık. Bakırköy’ün yeni ve büyük ve hatta çağdaş adliyesinden, adliyenin önünden geçen yolun hemen karşısındaki köfteciye kadar yol alırken, kolumdaki Eşber abiye dikkat etmekten neredeyse kendim tökezleyeceKtm. Allahtan onlar, insani olmayan kent yapısı ve kötü yollar konusunda artık iyice şerbetliler de, biz sağlamlardan daha rahat yol alabiliyorlar.

Hukuk fakültesinden sınıf arkadaşım, belgesel film yönetmeni Hüseyin Nacar, “bu sekiz buçuk milyona kafadan sakatlar dahil değil” diyor. Kafadan sakatların başında da, bu kentin, lafa gelince şefkatli, icraata gelince pozitif ayrımcılıktan bihaber “yapıcılarının” adlarını hayırla anmak gerek...

Yönetmen Hüseyin Nacar, memleketteki sakatlıkların farkında olan, duyarlı olan bir sanatçı. Daha önce sokak çocukları ile ilgili bir belgesel yaptı. Ödül aldı. Sonra, “Hayata Dokunmak” adlı bir belgeselinde, görme ve duyma engelli bir kişiyi anlattı, gösterdi.

Şimdi, neredeyse tek başına büyük bir işin altına girdi. İlk kez bir sakatlar film festivali düzenleme işine daldı. Kamu kurumlarının desteklememek için büyük bir özen gösterdiği festivali, yine de gerçekleştirme aşamasına getirdi.

3-4-5 Aralık tarihlerinde Ayazağa’da bulunan Beykent Üniversitesi salonlarında,  7 uzun, 21 kısa filmden oluşan programla bir ilk başarılacak. Herkesin desteğine ihtiyacı/ihtiyacımız var...

Festivalde, görme ve duyma engellilerin özel yöntemlerle film izlemeleri de sağlanacak. Jüri de yine sakatlardan oluşturulmuş. Yani sözde bir etkinlik değil, doğru içerikte bir yaklaşım sözonusu. Anormal sanılan, öyle kabul edilenin aslında ne denli normal olduğunu bu etkinliklerle görmeye alışacağız belki.

Haftanın dizesi; “Bu ölüler kenti ne verdi sana” (İbrahim Karaca, Külünden Doğan Phoeniks, Belge Y.)