'Gizli Kusur'un olay örgüsünü takip etmek ne kadar zor olsa da, bunu çok sorun etmezseniz film şaşırtıcı derecede iyi akıyor. Bunun sırrı filmin sahnelerinin belirli bir atmosferinin oluşu ve oyunculukların mükemmeliği

Barınma hakkı ve duman

GİZLİ KUSUR

Gizli Kusur’un olay örgüsünü tam olarak anlamak için sanırım filmi birkaç kez seyretmek gerekiyor. O zaman bile, bu hedefe ulaşacağınızın garantisi yok. Yönetmen Paul Thomas Anderson’un filmleri kanımca giderek daha zor anlaşılır, daha tuhaf hale geliyor. ‘Kan Dökülecek’in ikinci yarısı (artık kaçıncı dakikasından itibarense) açıkçası bana son derece tuhaf ve inandırıcılıktan uzak gelmişti. Bir önceki eseri ‘The Master’ da acayip bir filmdi. Tam olarak derdi neydi; Scientology benzeri akımların II. Dünya Savaşı sonrası ABD’sindeki yükselişi mi, savaş gazilerinin ruhsal dengelerini yitirişleri mi, bir tür baba-oğul ilişkisi içindeki iki adamı anlatmak mıydı? Her ne olursa olsun P.T. Anderson’ın filmlerinin ABD tarihiyle bir dertleri var ve ne kadar anlaşılmaz ya da manasız olurlarsa olsunlar, insanın aklında kalan imgeler sunuyorlar.

‘Gizli Kusur’un olay örgüsünü takip etmek ne kadar zor olsa da, bunu çok sorun etmezseniz film şaşırtıcı derecede iyi akıyor. Bunun sırrı filmin sahnelerinin belirli bir atmosferinin oluşu ve oyunculukların mükemmelliği.

Filmin atmosferi için “dumanlı” desem yeterlidir belki. Filmin kafa karıştırıcılığının ardında bu “dumanlı” kafanın da yeri var. P.T. Anderson filmin yapımı sırasında bir madde kullanıyor muydu bilemem ama filmin kahramanlarının kafası çoğu zaman kıyak. Anderson bu kez ABD tarihinden 1970 senesini seçmiş. 1970 sadece yeni bir on yılın başlangıcını simgelemiyor, 68 ruhunun, “flower power” ve hippie ideallerinin sonunu da simgeliyor. Charles Manson liderliğindeki çetenin Roman Polanski’nin eşi, oyuncu Sharon Tate ve diğer dört kişiyi öldürmelerinin etkisini bugünden bakınca anlamak zor olabilir. Bu cinayetler sadece bir oyuncu ve çevresinden birkaç kişinin ölümünden ibaret değildi. Bir dönemin, bir ruhun ve ölümünün de simgeleriydi. Artık hippie’lik eski masumiyetini yitirmişti. Artık insanlar kapılarını kilitleyeceklerdi, artık gülüp oynama zamanı geçmişti. Tabii, bu cinayetlerden kârlı çıkanlar muhafazakârlar ve onların düzeni oldu. Filmde hem Manson cinayetlerinden sürekli söz ediliyor hem de Los Angeles’ın geçirdiği dönüşümün yeri geldikçe altı çiziliyor. Kentsel dönüşümün, Kızılderili, siyahi ve Meksikalı azınlıkları nasıl yerinden ettiğini ve şehrin dışına sürdüğünü, LA valisi Ronald Reagan’ın önderliğindeki özelleştirmelerin sağlık sektörünü nasıl kökünden değiştirdiğini kenarından köşesinden görüyor, duyuyoruz filmde. Tabii bunlar bize başka bir filmi hatırlatıyor. Olay örgüsü en az ‘Gizli Kusur’ kadar zor olan ‘Çin Mahallesi’ni. Bu filmin, Manson cinayetlerinin mağduru Polanski’nin olması da anlamlı. Çin Mahallesi’nde de Los Angeles’ta toprağın el değiştirmesi, su kaynaklarına el konulması gibi sosyoekonomik bir arka plan vardır. Fakat Çin Mahallesi gibi Gizli Kusur’un da asıl derdi bu meseleler değil. Gizli Kusur’un kafası kıyak dedektifi Doc (Joaquin Phoenix) bir miktar Büyük Lebowski’yi hatırlatıyor. Doc bir hippie olsa da silah kullanmayı ve kavga etmeyi bilen biri. Yine de o da Lebowski gibi manevi şeyleri hayatında paradan daha değerli görüyor. Dostluk ve aşk gibi. P.T. Anderson’ın da dediği gibi filmin asıl hikayesi Doc’un Sashta’ya aşkı. Doc ile Sashta filmin geçtiği zaman diliminde çok az birlikte vakit geçirseler de, asıl ilişkileri geçmişte kalmış olsa da, yine de filmin odağındalar. Doc’un bütün derdi Sashta’ya yardım edebilmek, belki de eski aşklarını canlandırabilmek. Bunun dışında bütün olan biten teferruat. Çok iyi çekilmiş ve çok iyi oynanmış bir film bana yeter, konusunu çok anlamasam da olur diyorsanız ‘Gizli Kusur’ iyi bir seçim. Ayrıca filmde delirmiş muamelesi yapılan ama aslında insanlaşma “kusurunu” işlemiş bir inşaatçının ağzından “barınmak bir haktır” sözcüklerini ve filmin bitiş jeneriğinin ardından 68’in ünlü sloganı “kaldırım taşlarının altında plaj var”ı görmek her gün nasip olacak şeyler değil. P. T. Anderson’ın gizli bir devrimci damarı varmış galiba.


***
Katil anneler vb.





PEŞİMDEKİ ŞEYTAN

Peşimdeki Şeytan (It Follows) iyi bir korku filmi ve abartıldığı kadar büyütülecek bir film değil. Film bir Amerikan banliyösünde geçiyor. İç çamaşırlarıyla evinden çıkıp göremediğimiz bir şeyden kaçan genç bir kızın görüntüleriyle başlıyor film. Kız bir süre sonra kaderine razı oluyor, adeta bir suçluluk duygusuyla ailesine telefonda veda ediyor ve…

Bir süre sonra anlıyoruz ki takip eden şey,  sadece takip ettiği kişilere görünüyor. Görüntüsü değişiyor ama çoğunlukla tanıdık, aileden biri oluyor bu “şey” (filmin orijinal adındaki “it” yani “o”). Bu şeyi bir kez cinayet işlerken görüyoruz. “Şey”in, o cinayet sırasındaki kimliği oldukça açıklayıcı: “Şey”, annesinin kılığında oğlunun karşısına çıkıyor ve delikanlıyla sevişiyor. Ve sevişme sırasında oğlunu boğuyor. Buyrun Ödipal karmaşaya!

Filmdeki “şey”, her zaman olmasa da bu örnekte netleştiği üzere, gençlerin suçluluk duygularının bir sembolü. Yakın akrabalara duyulan yasak arzuların ve bu arzuların yol açtığı korkuların karşılığı olarak var o “şey”. Peki, neden bağımsız bir şekilde farklı bireylerde ortaya çıkmıyor da, bir gençten diğerine cinsel ilişkiyle geçiyor? Yoksa “şey” cinsellikle bulaşan, AIDS gibi hastalıkların bir metaforu mu? Çoğunluğun paylaştığı bu görüşe katılmıyorum. Gençler riskli denebilecek, rastgele, tanımadıkları yabancılarla ve abartılı bir seks hayatı yaşamıyorlar. Aynı mahallenin çocuklarılar ve aşk ilişkilerinin sonucunda sevişiyorlar birbirleriyle. Ayrıca eroin filan da vurmuyorlar. Bu camiada AIDS gibi bir hastalığın yayılmasını beklemek abes, dolayısıyla. Cinsel ilişkinin gençlerde uyandırdığı korku, çok daha ruhsal, çok daha derinde bir korku. Tabuların, yasakların, ayıpların, günahların korkusu bu korku ve film bu korkuya işaret ediyor. Peşimdeki Şeytan’ı seyrederseniz pişman olmazsınız, kaçırırsanız da çok şey kaybetmezsiniz.