Kavga ve çatışma ilk insanla başlamış kuşkusuz. Ancak düzenli biçimde bu iş için eğitilmiş insanlar beslemek, yerleşik düzene geçip de tarımsal üretimle birlikte ortaya çıkmış. Tarımla yerleşik düzene geçen topluluğun ürününe en başta avcılıkla geçinen topluluklar musallat olunca, üretimlerini bu baskınlara karşı korumak için topluluk içinde bir grubun eğitilmesi ve silahlanmasına ihtiyaç duyulmuş. Topluluk içinde sağlanan korumanın, aynı zamanda, başkalarının üretimine el konulmasını sağlayabileceğinin anlaşılması da uzun sürmemiş tabii!..

Devletin oluşumu da, toplumda bu üretenler-koruyanlar ayrımının çıkmasıyla ilgili. Savaş için eğitilen ve silahlananların sahip olduğu güç, kural koymayı da, başa geçmeyi de beraberinde getirmiş. Sonrası da, içerde taht kavgaları, dışarda daha fazla toprak kavgası!..

Tarihte bilinen ilk savaşın Mezopotamya’da Sümerlerle Akadlar arasında olduğu söylenmekte; tarihi de milattan önce 2700... İlk savaşların buralarda olması da tesadüf değil. Çünkü yiyecek üretiminin bağımsız olarak başladığı yer olarak düşünülen dokuz bölge içinde hem bitkilerin hem hayvanların en erken evcilleştirildiği yer Güneybatı Asya’ydı.[1] Yani Altın Hilal... Geçmişin bereketli hilali bugün ‘petrol hilali’ olunca da, ganimet büyüdüğünden kendi aralarındaki mücadeleler bitmediği gibi, dünya egemenleri de tepelerinde...

Altın Hilal’i öteki bölgelerin izlemesiyle savaşlar, fetihlerle oluşan dünya tarihi başlamakta. Mısır, Yunan, Roma, Hun, Çin, Moğol, çağlar öncesinin hangi imparatorluğuna baksanız yayılma ve savaş devletin başta gelen işi... Tarihi savaşlar yazıyor; tarihin başta gelen kahramanları da, fethe çıkanlar, savaş açanlar... Büyük İskender, Sezar, Hannibal, Cengiz Han, Timur, Fatih, Napolyon ve daha niceleri...

Bu kahramanlıklar yazılırken; kaybedenler, ölenler ve esir düşenlerin tarihini bilen de yok; merak eden de... Örneğin 19. yüzyıla kadar süren köle ticaretinde 34-35 milyon insanın, Amerika’nın ele geçirilmesinde ise 15 milyon Kızılderili’nin öldüğünü bugün bilsek de, ilgilenen kaç kişi! Onlardan söz edilebilmesi için, ancak Spartaküs gibi Roma İmparatorluğu’na meydan okumak gerekmekte. Yani, tarihe kalmak için savaşmaktan aşağısı kurtarmaz!..

Daha sonra da değişen fazla bir şey yok. Bir tarafta Batı Avrupa’nın üstünlüğü ele geçirmesiyle Amerika ve Asya’da kurduğu sömürge imparatorlukları var; öte tarafta Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu Avrupa ile Ortadoğu’ya doğru büyümesi... Yeni bir savaşa, fethe girişmeyen padişah ya da kral bulmak zor: bulunsa da, silik birer şahsiyet olmaktan öteye gidememekte. Yani tahtları ve güçleri için savaşanlar, tebaalarının bağlılığı gibi tarihi de kazanmakta!

20. yüzyıl da, bütün modern söylem ve kurumlarına, haklara ve insanlık iddialarına karşın birçok savaşın yaşandığı bir yüzyıl... Üstelik artık savaşların yıkımı daha büyük. İkinci Dünya Savaşı’nda ölen insan sayısı 40-50 milyon.

Bir bakıma insanlığın gelişmesini de savaşlar ve silahlarının gelişmesinden izlemek mümkün. “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” demiş Karaoğlan... Bugünse, tüfekten makineli tüfeğe, toplardan tanklara, roketatarlardan balistik füzelere, savaş uçaklarından insansız hava araçlarına, nükleer bombalardan sarin gazlarına geçmişiz; daha da ilerleyeceğimiz ortada! Silahlar ilerledikçe yalnız mertlik değil insanlık geriliyormuş; kimin umurunda! Bir de, bu silahlara sahip olmak için harcanan milyarlarca dolar var ki, dünyada sürüp giden yoksullukları düşünülürse, hem devletlerin hem insanların iyice çıldırdığını söylemekten başka ne denir!

Savaşların yalnız savaşanı değil, savaşmayanı (sivil insanları) öldürmesi de ayrı bir musibet; meydanları terk etmiş günümüzdeki savaşların bu yöndeki kayıplarının daha büyük olduğu da ortada. Örneğin “1945-1992 yılları arasında gerçekleşen 149 savaşta 23 milyondan fazla insan öldü. Bunun yalnızca 3 milyonunu askerler oluşturdu. Bilinen o ki, savaşlarda genellikle 1 askerin ölümüne karşılık 1 sivil doğrudan, 14-15 sivilse açlık, susuzluk, bulaşıcı hastalıklar gibi nedenlerden ölmektedir.”[2] Yalnız ölüm de değil; bugün Türkiye’de 4 milyonu bulan, toplamda 8 milyona ulaşan Suriyeli mültecilerin durumu ortada.

Kim bu duruma düşmek ister ki! Kimse istemiyorsa, savaşlar neden!..

O nedenle, “acıları, kayıpları iyi bilenen savaşı insanlar neden ister” gibi bir soruyu sormamak mümkün değil. Her savaştan sonra savaşın bitmesini kutlayan halklar, özellikle de gençler yeni bir savaşa neden hevesle atılırlar? Geçmişte, zaten yoksullukla kırılan halkların savaşların getirdiği yeni topraklar ile savaşa katılmanın sağladığı ganimetler nedeniyle savaşa heveslenmelerini, bir ölçüde de olsa, anlayabiliriz. Ya bugünkü savaşlar!.. Üstelik, savaşın yükünün topluma, insana düştüğü, ganimetini bir avuç zengin ile egemen ülkelerin paylaştığı bu kadar açığa çıkmışken!..

Öyle görünüyor ki, elimizde yaratılan korku ile düşmanlıklardan başka açıklayıcı bir şey yok. Vietnam, Afganistan, Irak ve Suriye’de olan biteni başka türlü açıklamak mümkün değil.

Kısacası toplumlara korku ile düşmanlığın pompalandığı bir gerçek; ancak, bu mayanın tutmasında topluluk narsisizminin payı da büyük. Batı Avrupa’nın dünyayı sömürgeleştirirken kendini üstün, uygar, gelişmiş görüp öteki uygarlıkları ilkel, aşağı, gelişmemiş topluluklar görmesi veya Nazilerin Yahudileri aşağı ırk, Almanları üstün ırk diye nitelemesi gibi, bugün de birçok ülkede daha küçük dozlarda da olsa ulus, ırk, din gibi ögeler kullanılmakta. Fromm’un belirttiği gibi,[3] kendinin doğrulanması; öteki ırkların, dinlerin, kültürlerin aşağılanması/kötülenmesiyle insana ait narsisizm öyle bir toplumsal narsisizme dönüşür ki, narsisizm, erdem ve vatanseverlik olur; insandan ve kardeşlikten söz etmekse suç!...

Oysa birbirine öldüren ve bunu da ‘marifet-zafer’ sayan insanlar var oldukça insanlık ya da uygarlıktan söz etmek nafile...

[1] Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak, 2004; 129.

[2] Kadir M. Ersoy, “İnsan olmanın bedeli: Rakamlarla savaşın yeryüzüne maliyeti”, Gaiadergi, 12 Eylül 2015.

[3] Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınları, 1979; 82-85