“Kalıcı barış ancak çağdaş hukukun temel ilkelerine uygun devlet ve toplum yapısı kurulduğunda ve o ölçüde sağlanabilir. Var olan illegal devlet anlayışıyla kalıcı barışa ulaşmak yine hayal olur”

‘Barış meselesi bir zihniyet meselesi’

KERİM AKBAŞ

Necmiye Alpay ve Hakan Tahmaz tarafından hazırlanan Barış Açısını Savunmak: Çözüm Sürecinde Ne Oldu? tarihsel süreci ve bugünü okuyabilmek için oldukça önemli bir çalışma. Türkiye Barış Meclisi Sekretarya Üyesi, Yazar, çevirmen Necmiye Alpay ile bu önemli çalışma üzerinden Barışın ne’liğine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

>>Barış tam olarak neleri kapsıyor ve bu denli korkulmasının sebepleri nasıl kırılabilir?
Benzer süreçlerdeki gibi Kürt sorunundaki barışın kapsamında da çeşitli boyutlar var: Çatışma boyutu, silahlı örgüt mensuplarının silahsız hayata geçmesi boyutu, herkes için güvenilir varoluş koşullarının sağlanması (“Kürt olma özgürlüğü”), bu koşulların hukuki statüye bağlanması, temel hak ve özgürlüklerin içselleştirilmesi, anadillerine özgürlük ve eğitim desteği, tarih yazımı başta olmak üzere gündelik hayatın tüm alanlarında barış açısının gözetilmesi...

Bütün bu boyutlar 2013-2015 Çözüm Süreci boyunca az çok konuşulmaya başlanmıştı, korkular aşılıyor gibiydi. Korku dediğiniz esas olarak bir tarafta inkâr ve imha edilme, diğer tarafta ise bölünme korkusudur. Kürtlerde Dersim katliamı dâhil tarihsel birikimlerle oluşup kök salmış bir imha edilme korkusu var. Tekçi politikaların her an beslediği bir kaygı bu. Roboski’de en açık biçimiyle tanık olduğumuz duygu. Devlet ise bölünme korkusundan hiçbir zaman arınamadı. Tarihe ülkenin bölünmesine yol açmış yönetim olarak geçme korkusu emperyal dönemin yarattığı bir miras. Oysa cumhuriyetin ikinci yılından bu yana Kürt sorununu yaratan politika bütün yönetimlerin ortak sorumluluğunda. Güncel bölünme korkusunu reel planda besleyen pek fazla dolaysız veri yok. Gerçi ayrı bir devlet kurma eğiliminde olan birey ve gruplar Kürdistan’ın tarihinde ve bugününde elbette mevcuttur. Ancak, bir bütün olarak alındığında Kürt özgürlük hareketinde bağımsızlık eğilimi ağır basmaktan hâlâ uzak. Devletin korkusunun asıl nedeni daha dolaylıdır sanıyorum. Devlet belki asıl kendi Kürt politikasının, yapıp ettiklerinin uyandırması beklenebilecek tepkilerden ötürü korkmaktadır. Son yıllarda Irak ve Suriye’deki Kürt varlığının su yüzüne çıkarak bölgesel yönetimler halinde güçlenmesi bu korkuyu iyice absürde evriltmiş görünüyor. Absürd, çünkü doksan küsur yıldır barış yönünde atmakta gecikilen her adım “millî birlik ve beraberliğin” aleyhine atılmış oluyor. Ve günümüzün tarih yazımının gözünde, herkesi “bölücü”, herkesi “terörist” ilan eden bir yönetim baştan kaybetmiş demektir. Işid ne derse desin, fetihçilik erdem değil artık, barışçılık erdem.

Gelgelelim, bizde Özel Harekât, Jitem, Jöh, Pöh vb. adlarla anılan tür başta olmak üzere bir yığın hukuksuzluk odağı yasal yapılara kene gibi yapışmış vaziyette. 90’lı yıllardan ve Susurluk’tan bildiğimiz bu yöntemler 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana yine devrede. Hem hukuku hem de yürürlükteki mevzuatı hiçe saydığı halde yerinde oturmaya devam edebilen bir iktidardan söz ediyoruz. Bu iktidarın Kürt politikasında birisi apaçık, diğeri gitgide büyüyen bir kuşku halinde iki uygulaması daha devrede: Birincisi ve apaçık olanı, Kürt sorununu kendi doğrultusunda “çözmek” için din/mezhep faktörünü kullanmak. “Bunlar Zerdüşt!” ve benzeri kışkırtmaları kastediyorum. İkincisi, aylar boyu 7/24 sokağa çıkma yasağı altında bırakılan direniş kentleri başta olmak üzere nüfus bileşiminin değiştirileceğinden duyulan kuşkudur.

Devletin geleneksel bölünme korkusuna iktidarın özgül korkuları da eklenmiş durumda. RTE’nin keskin dönüşler yapabildiğini artık iyice öğrendik. AKP ise çoğu zaman gözden kaçırdığımız bir koalisyon gücü olarak bünyesinde muhafazakâr demokrat diyebileceğimiz kesimlerden faşizan kesimlere kadar İslamcılığın her kanadını barındırıyor.

Bu koşullarda korkuların ve kısır döngünün kırılması ancak toplumun belirleyici eklemlerini etkileyecek güçte, en geniş demokrasi birliğini gerçekleştirmekle mümkün.

Her kesimden insan bunu tanımlayamadıkça daha çok acı çekiyor. İyice anlaşılsın, bilinen bir cevabı tekrar tekrar duyalım diye soruyorum: Bu coğrafyada kimlerin kimlerle barışması gerekiyor?
En dar masada, silahlı, çatışan tarafların oturması kaçınılmaz ve vazgeçilmezdir. Barışın asgari koşulu budur. Çatışan taraflar derken elbette devlet ile PKK’yi kastediyoruz, silah onların elinde. Onlar çözüm iradesini beyan ederek müzakereleri başlatıp, çatışmaların nasıl sona erdirileceği, silahlı örgütün en azından Türkiye’de silahsız hayata nasıl geçeceği meselelerini konuşup kararlaştırmak ve uygulamak zorundalar. Bu işi onların yerine kimse yapamaz. Ancak, güven ortamını sağlayıp gözetecek üçüncü gözün katkısı, özellikle yaşanan bunca güvensizlikten sonra gerçekten büyük olabilir. Ayrıca, masada çatışan tarafların yer alması, onların irade, konuşma ve anlaşmalarını kimsenin etkileyemeyeceği anlamına gelmez. Tam tersine, etkilemek ve her iki güç nezdinde barış açısını desteklemek için alabildiğine seferber olmamız gerekir. Kalıcı barışın sahibi sivildir, yani devlet dışı yurttaşlar topluluğudur.

“Bu coğrafyada” deyince, barış açısından çözüme kavuşturulması gereken başka sorunlarımız da var, Ermeni sorunu gibi. Böyle bakınca, uzun erimli barış meselemizin bir zihniyet meselesi olduğu ve RTE’nin bir zamanlar herkesi şaşırtarak söylediği gibi “her tür milliyetçiliği ayaklar altına” almamız gerektiği daha iyi ortaya çıkıyor. Onun bu sözden ne kadar kısa sürede çark edebildiğini görünce insan barışın siyaset erbabına bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olduğu sözünü daha iyi anlıyor. Halklar olarak ya da Türkiye halkı olarak biz birbirimizle barışmalıyız gibi ham bir laf etmeyeceğim, çünkü böyle bir düşmanlık zaten yok. Ancak, oğullarını kızlarını kaybetmiş ya da diğer tarafın saldırısına uğramış, savaştan şu ya da bu zararı görmüş çok fazla insanımız var ve onların hem karşılıklı hem de devletle bir “anlayış”a, kalıcı bir hukuka kavuşmaları barışın büyük meselelerinden biri. Bu konu da güç odakları kadar biz sivil halkın sorumluluk alanlarına giriyor.

>>Tarihsel sürecin verileri ışığında; dillerin rahatça konuşulmadığı, dillere akademik ve güncel, yeterince sahip çıkılmadığı bir ortamda ‘’işkence gören’’ bu dilleri nasıl koruyabiliriz, zenginleştirebiliriz?
Her şeyden önce, biri isteyen herkesin kendi anadili olmak üzere çokdilli eğitime geçerek. Bunun gerektirdiği hukuki ve maddi destekleri sağlamak yoluyla. Eğitbilimcilerden, dilcilerden, bilim insanlarından, akademisyenlerden, sanatçılardan özgürlük ve donanımı esirgemeyerek. Gazeteleri, dergileri, kitapları, araştırmaları yasaklama ayıbına derhal son vererek.

>>Barış Çalışmalarına edebiyatçılar çok önemli katkılar sundular, sunuyorlar. Bu açıdan daha kapsamlı bir katkı için nasıl bir yol izlenebilir?
“Barış İçin Edebiyatçılar”ın diğer meslek gruplarıyla birlikte “Barış İçin Herkes”e katılmaları çok güzel gerçekten. Gruplar birer kulüp ya da sığınma noktasına dönüşmeyip topluma yönelmeleri ölçüsünde yararlı olabilir. PEN öteden beri belirli ölçülerde barışçıl anlayışla davranabilen bir yazar örgütü. TYS’nin (Türkiye Yazarlar Sendikası) “Barışı Susuyoruz” eylemi de bir anlamda sözün gücünü gösteriyor. TYS susma eylemini başlatırken belki de bir yandan kurulacak her cümlede üyelerden gelebilen itirazlardan kurtulmuş oluyordu! Şaka bir yana, susma edimi edebiyatçılar için bir tür grevi simgelediğinden, biçim olarak son derece etkilidir. Belki daha çok duyurulabilir, başka yerlerde de başlatılabilir vb.

Öte yanda, memlekette savaş yokmuş gibi içi boş “barış” edebiyatı yapmakla yetinen, Kürt sorununda savaşın S’sinden bile söz etmeden barış dosyası dolduran yazarlara sitem etmekten kendimi alamıyorum. Bir de ‘Kürtler emperyalizmin oyununu oynuyor’ demekle yetinenler var. Umarım onlar da daha dolu olurlar ve “emperyalizm” derken kendi ülkemizin emperyal hallerini görmezden gelmeyi bırakırlar. Büyük emperyallerin küçükleri bölme planları, Kürt olma hakkı elinden alınmış ve bu yolda her tür zulmü görmüş bir halkın yanında yer almayı engelleyemez.

>>Barış Açısını Savunmak isimli çalışmada yazdığınız muazzam sunum yazısı ‘’Barış Açısını Tutturmak’’ yazısından yola çıkarak, Çözüm Süreci tarihsel süreci ne kadar kapsadı?
O ara devlet cenahı dahil pek çok kesim, sanki gerekli ufuk açıklığına ulaşılmış gibi davranıyordu. Herkes hukuki statünün de içerileceği yeni anayasayı tartışıyor, eğitim için hazırlıklar düşünülüyor, yüzleşmenin yolu yordamı araştırılıyordu. Savaşın travmalarını sağaltacak bazı girişimler de başlamıştı. Gelgelelim, ikinci yılın sonlarında herhalde anketler HDP’nin oylarındaki artışı gösterdikçe ve belki faşizan odakların da etkisiyle RTE geri geri gitmeye başladı. Şimdi tarihsel açıdan bakılınca, sürecin ne kadar yüzeyde kalmış olduğu görülebiliyor.

>>Bu süreçlerden ve bu kadar acıdan sonra gerçek anlamda, kalıcı bir Barış nasıl sağlanabilir?
Kalıcı barış ancak çağdaş hukukun temel ilkelerine uygun bir devlet ve toplum yapısını kurabildiğimizde ve o ölçüde sağlanabilir. Var olan illegal devlet anlayışıyla kalıcı barışa ulaşmak yine hayal olur. Toplumcak çekilen acıların esas olarak devletin ve benzerlerinin yanlış politikalarından kaynaklandığı, her iki tarafta da halk çocuklarının o yüzden öldüğü ve yaralandığı bilincinin yükseltilmesi ve acıların ortaklaştırılması gerekiyor. Eleştirilerimiz ile önerilerimizi netleştirip küfürden ve klişelerden arındırarak, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” şiarını ciddiye alıp savunarak yol alabiliriz.