Şimdi soru şu: Trump’a özgü megalomani ve küstahlık şaheseri olan bu tweetler, acaba ABD’nin Ortadoğu politikasında bir dönüşüm işareti sayılabilir mi? Aslında bu soruya bugünlerde Amerikalı uzmanların bile net bir yanıt verebileceğini sanmıyorum. Yine de, en azından, bu çocuksu ve tutarsız tavırla Trump’ın dış politikada özlediği 'başarı'nın hayli zorlaştığı söylenebilir. Hatta Trump’ın, bu garip tweetleri bir süre sonra Kongre’nin 'sorgulama dosya'sında bulması bile şaşırtıcı olmayacaktır.

Barış Pınarı ve top sesleri

Taner Timur

Önce aylarca “Bir gece, ansızın!..” sözlerini dinledik. Sonra gelişmeler hızlandı ve uyarı, “Belki bugün, belki yarın!”a dönüştü. Sonunda da günü geldi; başlatıldı: “Barış Pınarı” operasyonu başlamıştı.

Öyle görünüyor ki kararın hızlanmasında, 3 Ekim’de Wall Street Journal’da çıkan bir haber de rol oynamıştı. Buna göre Trump, Doğu Fırat’ta Türklerle çatışmamaları için ABD askerlerini bölgeden çekme niyetindeydi. Amerikalı bir yetkili “Tam bir fırtına!” demişti, “Gerçekten de çirkin; çekilmekten başka yapacak bir şey olmayabilir!” Bu, adeta bir yeşil ışıktı. New York Times daha da ileri gitti ve olayı okuyucularına “Trump, Suriye’de Türk askeri operasyonunu destekliyor” başlığıyla duyurdu. (NYT, 7 Ekim 2019).

Haber Türkiye’de sevinçle karşılandı. Üstelik Erdoğan -Trump telefon görüşmesi de bu haberi doğrulamıştı. Görünüşe göre Erdoğan bastırmış, istediğini almıştı. Nitekim yandaş bir gazete, durumu, “Bayrağı alıp gittiler!” manşetiyle ilan etti. Artık operasyon rahatlıkla başlayabilirdi.

***

Oysa durum aslında pek de sanıldığı gibi değildi. Çünkü WSJ, Trump’ın kararını bir ‘gerileme’ olarak değil, tam tersine dış politikada bir ‘zafer arayışı’ olarak sunmuştu. Nedeni de şuydu: Temsilciler Meclisi ‘azil soruşturması’nı başlatarak Trump’ı zor bir duruma sokmuştu. Başkan’ın bir başarıya ihtiyacı vardı ve bu da ancak dış politikada sağlanabilirdi.

Düşünce şuydu: Amerikan halkı uzak ülkelerdeki masraflı ve yıpratıcı savaşlardan bıkmıştı. Bu konuda atılacak her adım ona halk desteğini artıracaktı. Nitekim anketler de bunu gösteriyordu. Zaten kendisi daha geçen yıl bu yönde karar almış, askerlerini anavatana çekmeye başlamıştı. Eğer Suriye’de istediğini tam olarak yapamadıysa, bu, Pentagon’un engellemeleri yüzündendi. Şimdi Erdoğan’la anlaşıyor ve DAEŞ’le savaş ‘görev’ini Türkiye’nin omuzlarına yüklüyordu. Attığı tweette “Bu saçma ve sonu gelmeyen, çoğu da aşiret kavgası olan savaşlardan çekiliyor ve askerlerimizi eve getiriyoruz” demişti. İzleyen tweetinde ise, daha açık oldu. Türk hamlesinin sınırlarını ‘büyük ve eşsiz bilgeliğiyle’ kendisinin saptadığını söylüyor; bunların aşılması halinde de “Türk ekonomisini mahvetmek”le tehdit ediyordu.

***

Şimdi soru şu: Trump’a özgü megalomani ve küstahlık şaheseri olan bu tweetler, acaba ABD’nin Ortadoğu politikasında bir dönüşüm işareti sayılabilir mi?

Aslında bu soruya bugünlerde Amerikalı uzmanların bile net bir yanıt verebileceğini sanmıyorum. Yine de, en azından, bu çocuksu ve tutarsız tavırla Trump’ın dış politikada özlediği ‘başarı’nın hayli zorlaştığı söylenebilir. Hatta Trump’ın, bu garip tweetleri bir süre sonra Kongre’nin ‘sorgulama dosyası’nda bulması bile şaşırtıcı olmayacaktır. Nitekim kendisine en yakın senatörlerden Lindsey Graham bile, ‘çekilme’ kararını bir ‘felaket’ olarak niteledi ve bunun “Amerikan onuru üzerinde bir leke olacağını” ilan etti. Kısaca Trump bugünlerde İsa ile Musa arasında mekik dokuyor ve Beyaz Saray üzerinde de kara bulutlar dolaşıyor. ‘Azil’ süreci Senato’da önlense de, Trump’ın bu sorgulamadan birkaç tüy daha kaybederek çıkacağı kesindir.

***

Amerika’da durum kısaca bu; peki bu koşullarda dış dünyada Trump’a ‘çekilme’ konusunda ne gibi itirazlar yükseldi? Daha sonraki gelişmeleri de belirleyen bu itirazları sanırım birkaç başlık altında toplayabiliriz.

1- ABD ve Batı kamuoyu PYD-YPG’li Kürtleri DAEŞ’in ezilmesinde -on binden fazla kayıp vererek- başrolü oynayan güç olarak görüyor ve onlara karşı bir hareketin cihadist terörü yeniden canlandırmasından korkuyor. Bu bağlamda, pasif konuma geçmiş DAEŞ üyeleri bir yana, on bin kadar tahmin edilen ve artık ‘sorumluluğu’ Türklere bırakılan terörist esirin ne olacakları da belli değil;

2- ‘Barış Pınarı’ operasyonunun kontrolden çıkarak, sivillerin de çok kayıp vereceği kanlı bir çatışmaya dönmesinden korkuluyor; o kadar ki operasyonun ilk işaretini veren WSJ, bu kez (7 Ekim 2019) PYD/YPG ile savaşın bir ‘etnik temizliğe’ dönüşmesinden korkulduğunu bile yazdı;

3- Genel olarak Batı, bu müdahalenin Türkiye’yi Batılı ittifaklardan daha da koparıp Rusya’nın kollarına itmesinden de kaygılı; tüm Batı kuruluşlarının (AB, BM, NATO) acil toplantılar yaparak harekâtı durdurmaya çalışmalarının bir nedeni de bu;

4- ABD ve Batı, bu operasyonun Kürtleri çaresiz bırakarak kanlı bir despot olarak gördükleri Esad’a yaklaştırmasından ve rejimi güçlendirmesinden de korkuyor. Bu öngörüye göre, Mehmetçikler, Suriye’de aslında Esad’ın yapması gereken şeyi yaparak -ve bu uğurda bir miktar da kayıp vererek- ülkelerine dönebilirler;

5- Türkiye, kontrol altına alacağı bölgeye bir-iki milyon Suriyeli yerleştireceğini söylüyor ki, bu, mali portesi en az 25 milyar doları bulacak muazzam bir ‘iskân projesi’dir. Zaten iktisadi sıkıntı içinde yaşayan bir ülke, Avrupa’nın şimdiden ‘asla katkıda bulunmam’ dediği bu projeyi nasıl finanse edebilecek? Kaldı ki her vesileyle Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu söyleyen bir ülke, bu ülkenin topraklarında tek başına nasıl bu çapta bir ‘tehcir ve iskân’ girişiminde bulunabiliyor?

***

Sanırım Türkiye’nin bu girişiminde dünyada yalnız kalmasında ve Filistin de dahil Arap Birliği’nde bile kınanmasına yol açan nedenleri böyle özetleyebiliriz. Oysa biliyoruz ki bu ve buna benzer nedenler, Türkiye’de, üstelik AKP’yi çok aşan bir çevrede, ‘Batı’nın emperyalist saldırganlığı’, ‘Türk düşmanlığı’, ‘güçlenmemizden korkmaları’ gibi nedenlerle açıklanıyor. Batı kapitalizmi, elbette ki emperyalist bir sistemdir ve batılı ülkeler, sadece Türkiye’nin değil, dost bildikleri sınır komşularının bile fazla güçlenmesinden hoşlanmazlar. Ne var ki Türkiye böyle bir meselede tamamen yalnız kaldıysa, neredeyse hiçbir yerden “siz haklısınız!” diye bir ses duyulmuyorsa, bu ülkeyi yönetenlerin de külahlarını önlerine koyarak biraz düşünmeleri gerekmiyor mu?

Bence gerekiyor ve izleyen satırlarda bu yalnızlığı açıklamada yardımcı olacak bazı ipuçları bulmaya çalışacağım.

baris-pinari-ve-top-sesleri-636152-1.
Peki, bu son yıl içinde neler oldu? Köprünün altından hangi sular aktı? Ortada büyük bir değişiklik olmadığına göre,
“muhacirlerimiz”, neden bu kez “mülteci” olarak etiketlenip, AB ile restleşmemizde bir “koz” haline getirildiler?
Yoksa bu U dönüşünde son belediye seçimlerinde tezahür eden genel memnuniyetsizlik mi rol oynadı? Yoksa,
Trump misali, içerde sıkışan bir iktidar, çaresizlik içinde, dış politikada bir “zafer arayışı” içine mi girdi?



***
Suriye iç savaşında AKP iktidarı başlangıçta Batılı müttefikleriyle dayanışma içindeydi. Dahası, Baas zulmüne isyan edenleri himayesine alıyor, onların silahlanmasına ve örgütlenmesine yardımcı oluyordu. Ne var ki ‘Özgür Suriye Ordusu’ başarılı olamadı ve radikal islamcılar, teröre başvurarak ‘İslam Devleti’ adı altında Suriye topraklarının büyük bir kısmına el koydular. Artık bu topraklarda Baas zulmünün yerini çok daha vahşi IŞİD (DAEŞ) zulmü almıştı ve milyonlarca insan bu koşullarda evlerini terk etmeye, başka bölgelere ya da yurt dışına göç etmeye başladılar. Türkiye ile ABD’nin yolları da bu koşullarda ayrıldı.

Türkiye, baş düşman olarak ‘Esed Rejimi’ni görmekte devam ediyor ve onun tüm İslamcı düşmanlarını da ‘nesnel’ müttefikler olarak görüyordu. Ne var ki bu durum Batı’da IŞİD’e hoşgörü, hatta destek olarak değerlendirildi ve sık sık eleştirildi. Türkiye’nin IŞİD’le flörtü bölge uzmanları tarafından yayınlanan birçok eserde iddia edilmiştir ve bunlardan altı tanesini ben de bir yazımda özetlemiştim.* Kaldı ki ABD de, cihadist terörle savaşa öncelik vermiş ve bu alanda mesafeli olan Türkler yerine de müttefik olarak Kürtleri seçmişti. İşte Obama bu koşullarda, 2012 yılından sonra giderek AKP’nin baş düşmanlarından biri haline geldi.

***

Oysa savaş devam ediyordu ve 2016 yıllarının son aylarında Suriye’de yepyeni bir tablo ortaya çıktı. Kasımda Trump başkanlık seçimini kazanıyor; Aralık ayında da, Halep, DAEŞ’in elinden kurtarılarak Suriye ordusunun eline geçiyordu. Bu bir dönüm noktasıydı.

Kuşkusuz, Esad, bu başarısını Rusya ve İran’ın yardımına borçluydu ve Türkiye de artık tercihini bu tablo çerçevesinde yapmak zorundaydı. Seçim yapıldı ve –‘Esed rejimi’ ile PYD/PGY hariç- tüm bölge aktörleriyle 'dostluğa' da 'dümanlığa' da açık, derin (?) bir strateji benimsendi. Bu bağlamda bir yandan Rusya ve İran ile 'Astana görüşmeleri' başlıyor, öte yandan da yüzbinlerce dolar ödenerek, Trump’ın ilk güvenlik danışmanı Michael Flynn’e Türkiye için lobicilik yaptırılıyordu.

***

Astana görüşmeleri en önemli ürününü 4 Mayıs 2017’de, Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan “ateşkes anlaşması” ile verdi. Aslında bu anlaşma, o sırada sanıldığı gibi, Türkiye ile Rusya’yı bir cephede birleştirmiyor, aksine, Rusya ve İran, Esad rejimini desteklerken, Türkiye de muhaliflerin “garantörü” oluyordu. Türkiye, sivil halkın (ve de onların arasına karışmış cihadistlerin) İdlib’e nakledilmelerine yardımcı olacaktı. Yani savaş bitmiyor, son perde İdlib’e erteleniyordu. BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın da o günlerde dediği gibi, «Haleb’in yerini, İdlib alıyordu». İdlib’in nüfusu iki milyonu aşmıştı ve bunun yarısı «nakledilenler»den oluşuyordu. Kısaca İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline gelmişti.

***

Bu arada Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı da üç milyonu aşmış ve işsizliğin arttığı bir dönemde ırkçılığı da besleyen sosyal bir sorun haline gelmişti. Oysa AKP iktidarı bunları bir “imaj politikası”nın aracı yapıyor ve dünyaya insanlık dersi veriyordu. “Muhacir”lerimize milyarlarca dolar harcamıştık; bundan sonra da elimizden geleni yapacaktık. Zaten bu konuda dünyada ilk sırada yer alıyorduk. Oysa “insanlıktan nasibini almamış” olan Kılıçdaroğlu “Suriyelileri geri göndereceğiz!” diyor ve “ensar nedir, muhacir nedir?” bilmiyordu! (Milliyet, 21 Ekim 2018). “Muhacir”, Medine’ye göçen Muhammed ve müminler, “ensar” ise onu Medine’de ağırlayanlardı. Yani Suriyeliler “muhacir”, bizler ise “ensar” idik!

Aradan tam bir yıl geçti. Peki, bugün ve dış siyasette nasıl bir tabloyla karşı karşıya bulunuyoruz?

***

Üç gün önce operasyon başladı; artık askerlerimiz Fırat’ın doğusunda ilerliyor. Hedef belli: Bölgede terör yuvaları imha edilecek; güvenlik sağlanacak ve “muhacir”lerimizin büyük kısmı da o bölgeye yerleştirilecek! Plan bu; fakat bu arada siyasi arenada roller de değişmiş görünüyor. İçerde, ana muhalefet -içi yanarak da olsa (!)- hareketi desteklerken, dış dünya -neredeyse ittifak halinde- “barış” operasyonunun yeni mağdurlar yaratmasından korkuyor. Trump bile hareketi “işgal” olarak niteledi; BM ve AB konseyleri acil toplantılar yaparak hareketi durdurmaya çalışıyorlar. Erdoğan ise öfkeli; Avrupa’yı “dürüst olmamak”la suçluyor, onları “kapıları açmakla ve 3,6 milyon mülteciyi göndermekle” tehdit ediyor.

Peki, bu son yıl içinde neler oldu? Köprünün altından hangi sular aktı? Ortada büyük bir değişiklik olmadığına göre, “muhacirlerimiz”, neden bu kez “mülteci” olarak etiketlenip, AB ile restleşmemizde bir “koz” haline getirildiler? Yoksa bu U dönüşünde son belediye seçimlerinde tezahür eden genel memnuniyetsizlik mi rol oynadı? Yoksa Trump misali, içerde sıkışan bir iktidar, çaresizlik içinde, dış politikada bir “zafer arayışı” içine mi girdi? Ya da bütün bunlar değil de, ülkücüler ve şahinler mi Erdoğan’ı bu konuda ikna etti?

Öyle ya da böyle, önümüze 30 km eninde ve 460 km boyunda bir denklem konmuş bulunuyor. Az buz değil! Kimler, ne zaman, nasıl ve hangi koşullarda bu denkleme yerleştirilecek? Bekleyip, göreceğiz. Panik yapmadan; hamasete ya da kaderciliğe kapılmadan ve eleştiri hakkımızı da sonuna kadar kullanarak! Yine de kabul edelim ki önümüzde zor günler var. İki hafta önce BM Genel Kurulunda tüm mağdurların avukatlığını üstlenen Erdoğan, bu kez her fırsatta eleştirdiği Güvenlik Konseyi’nde “yeni mağdurlar yaratacaksınız!” diye kınanmaktan Trump ve Putin’in oyları ile kurtuldu. Yakın tarihimizde bu ülkenin resmi söylemi ile eylemi hiçbir zaman birbirine bu kadar ters düşmemişti.

* T. Timur; Türkiye, Ortadoğu ve
Mezhep Savaşı; İstanbul,
Yordam yayınları, 2016, s. 234-244.