Bir arkadaşımı fazla nazik konuşuyor diye arabasından atmış bir taksi şoförü hatırlıyorum. Nezaketten, yumuşaklıktan, sıcaklıktan huylandığımız, altında bir hesap ya da sapkınca bir şey aradığımız çok oluyor, çok duyuyorum. Sert ve kaba, haşin ve gaddar olmak rahatlatıcı, en azından güvenli geliyor. Birçok kişi çocuklarını nazik veya sıcak değil, sert ve çekinilen bir kişi olarak yetiştirmeyi tercih ettiğini açıkça ifade ediyor.

Savaş bulutlarının iyice alçaldığı günlerdeyiz. İnsanlık tarihinin sayısız savaş içeriyor olması ya da Clausewitz’in tanımında olduğu gibi savaşın siyasetin bir uzantısı ya da biçimi olması, savaşlarda hayatını, evini, yakınlarının canını yitirenleri avutmuyor. “Savaşalım, öldürelim, bitirelim” nidalarının sahiplerinin görünürdeki gürültüsüne aldanmamak gerek. Hunharca öldürdüğü “gezici”nin aslında bıçağın üzerine düştüğü gibi yalanlar söylemek, savaşa gidecek başkalarının sırtından cesaret gösterileri yaparak korkaklığını gizlemek, cesaretini ancak sürülerle hareket halindeyken yalnız yakaladıklarına saldırarak göstermek‘savaşalım’cıların bildik davranış özelliği.

Savaş destekçilerinin hepsini bu çığırtkanlarla ya da katillerle eşdeğer görmeyelim. ‘Savaşalım’ demeyen ‘ama, savaşmak gerekiyor galiba’ diyen önemli bir insan grubunun bu dürtüyü hissetmesine neden olan sayısız siyasal ya da ekonomik neden bir yana, “savaşmazsak yok olacağız” duygusunu doğurmak üzere tasarlanmış beyin yıkayıcı söylemler, bu söylemlere malzeme oluşturacak cinayetler çok güçlü bir etki yaratıyorlar. Zihnimizin temel görevi hayatta kalmamızı sağlamak ise, zihinlerimizde hayatta kalmak için başka çare kalmadığı düşüncesini doğurmak için iki füze atıp üç bomba patlatmak yeterli oluyor.

Savaş destekçisi gözüken, anketlerde savaş yanlısı iktidara ve destekçisine doğru meyleden birçok kişinin barış kavramından anladığı “teslimiyet” ya da “öteki taraf”ın isteklerine boyun eğmek. Barış güncel deyimin doğru biçimde tanımladığı gibi bir süreç; üstelik, değişik evreleri aşılarak ilerlenen ve karşı tarafı yok etmeden mücadele edilen bu süreçte zaman zaman ‘kaybediyor’ ya da ‘hep veriyor’ olarak görülmek işten bile değil. Kaybetmeyi bırakın, tek bir şeyin eksilmesine bile duyarlı olunca, müzakere mümkün olabilir mi? Eksilenin bir daha geri gelmeyeceğine inanç, karamsarlığın (ve kaybetmekten bıkmışlığın) esas ögelerinden birisi. Karamsarlık arttırıcı olaylar iyimserliğe ve insanın iyi şeyler yapabileceğine sonsuz inanca dayalı barışçı tutumları sarsıyor, uzlaşmanın imkansızlığını düşündürtüyor, en ılımlı kişilerdeki savaşçı yanları ön plana çıkartıyor. ‘Biz de kazanacağız’ ile ‘yıllardır haksızlığa uğradık, son vereceğiz’ gibi söylemleri kullanmayan var mı, iş savaşçılığı harekete geçirmeye gelince? Ama haklı ama haksız..

Ülkemizdeki savaş yanlılarının hele savaşı çıkartanların davranışlarını psikolojik etkenlerle açıklamaya kalkmadığımı hemen hatırlatayım. Bu siyasi tercihin yapılışı değil sıradan insanların düşünüşü ve duruşu üzerindeki etkisi önemli ölçüde psikolojik etkenler içeriyor. ‘Medya’ faaliyetlerinin savaş yanlısı gürültüsü tam bu etkenleri hedefliyor.

KİMSELERE GÜVENEMEM
Eşitlikçi ve özgür bir toplum hayal ediyoruz. Bunun minik örneklerini oluşturmak, eşitlik ve özgürlüğü kısacık ve sınırlı da olsa yaşamak istiyoruz. Eşitliğin bir biçimde bozulduğu durumları düzeltmek bu yönde bir adım. Örneğin, gelişimindeki kusurlar nedeniyle gündelik eğitim düzeni içinde yer alamayan çocukların bu hak ve ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı konusu önemli ölçüde kendi haline bırakılmış durumda. İhtiyaçların tam karşılamayan uygulamalarda varolan mevzuat içinde ‘kaynaştırma’ yapılırken, uygulamalardan ne kazandığı ve çocuğun gelişiminin nasıl etkileneceğini hesaplama fırsatı olmuyor. Başını sokacak bir yer bulmuş olmaktan ötesine sıra gelmiyor. Birçok kişinin içinde hemen kabarıveren ‘biz her şeyi normal gelişenlere bir şey yapamıyoruz, özel gereksinimlilere sıra gelene kadar...’ söylemi başka birçok kişiye ‘sahiden ya...’ dedirtecek mantıklılıkta. Mantıklılığın dayandığı düşünce zincirinin hayatta kalma olasılığına göre yavrularına bakım veren (problemli olanı ölüme terkeden) kedininkine benzemesine ne dersiniz? Savaş yanlılığının (bu sayfadaki diğer yazıda bahsettiğim üzere) mantığına benzer bir mantık: ‘hayatta zayıf olmayacaksın’ gibi özlü sözlerin altında zayıf’lara olan acımasızlık, daha doğrusu sadece acıma (‘vah vah!’) ve vazgeçme (karamsarlıktayız yine, ‘buradan bir şey çıkmaz’).

Özel gereksinimli çocukların eğitim sisteminden eşit biçimde yararlanabilmeleri için yapılan düzenlemeler (kaynaştırma adı altında toplanıyor) tam da az önceki mantığın kurbanı olma olasılığını arttırabileceğinden ötürü bu olanaktan yararlanabilecek çocukların anne-babalarını korkutuyor. Anne-babalar yasanın niyetinde olduğu gibi bir tür pozitif ayrımcılık amaçlı etiketlemenin çocuğa yarar getirmesinden ziyade gözden çıkarılacak ya da durumunun düzeltilmesi için bir şey yapılmayacak (‘uğraşılmayacak’) listesine girmesiyle sonuçlanacağından çekiniyorlar. Milli Eğitim sistemi içinde bu durumun böyle olmaması için çaba gösteren çok sayıda kişi olsa da, kaybetmeye duyarlılaşmış anne-babalar korku ile hareket edip, bu olanaklardan yararlanmayı mümkün olduğunca reddediyorlar.

Savaş çığırtkanlığının barışçı yapıdaki insanların zihninde bile maya tutmasında, sertlik ve gaddarlığın nezaket ve yumuşaklığı saha dışına sürmesinde, barışçılık özel gereksinimli çocuğun ailesinin kendi yararına olan uygulamalara gönülsüz olmasında ortak bir yön olduğunu düşünüp aradığımda karşıma çıkıp duran ne? Kimselere güvenememe.


Güvenin hayatımızdaki temel rolünü ilk günden oynamaya başladığını hatırlarsak, bu ülkedeki insanların çocukluklarının ilk yıllarında ne olup bitiyor sorusunu da sormak gerek. (Bu soruya yanıt aradığım yazıları webde bulabilirsiniz: Örneğin: Yurtta Sulh, Yuvada Sulh...)