Kent karanlığa gömüldüğünden beri heyulalar çoğaldı; karanlığın içinden birden ortaya çıkan, sonra aynı hızla kaybolan ışıklı ya da ışığın içinde gözden yiten biçimsiz, karanlık kütleler. Her sabah evden çıktığımda üniversitenin kapısına yığılmış o karanlık kütleyi görüyorum; turnikeler karanlık kütleyi, bir kıyma makinesi gibi öğüttükçe karanlık, parçalara ayrılıp gözden kayboluyor. Kent, kendini bir ışık ve gölge oyunu olarak sunuyor. Kimine göre kent karanlığın içine gömülü; kimine göre aydınlık bir zemin. Ne fark eder ki? Sonunda izlediğimiz ışık ve gölge oyunu. Çizgiler yanıltıyor; çizgilere katlanamıyor, çizgilerle düşünemiyorum artık. Hâlâ çizgi görmeye çabalıyor ve çizgilerle düşünüyorsanız, yanılırsınız. Çizgiler, sonunda çıkmaz sokaklara, figürlere açılıyor. Her figür, çizginin kendi üzerine kapandığı bir çıkmaz sokak değil mi? Çizgiyle kendini toplumdan, evrenden ayırmış figür-insan. Üzerine kaş, göz, saç, sakal çizilmiş, renkli giysilerle donatılmış figürler aldatıcı. Şekillere takılmayın. Yeryüzünde hayatta kalmak figürlere değil, ışık gölge oyununa bağlı. Bu oyunu hakkıyla oynayanlar hayatta kalabiliyor. Güveler de hayatta kalmak için ışık gölge oyununa ayak uydurmak zorunda kalmışlardı.

19. yüzyıl İngiltere’si; Sanayi Devrimi sırasında hava o kadar kirlenmişti ki, kentin yüzeyleri giderek karardı, ağaçların kabukları bile. Kentlerin civarındaki ağaçların gövdelerini kaplayan likenler hava kirliliğinden ölünce, ağaç gövdelerinin rengi de koyulaştı. Kent, karanlığa gömülmüştü, sakinleri de. Gömülmeseler, avcı kuşlara yem olacaklardı. Normalde açık renkli, kırçıllı kanatları olan güvelerin sayısı azalırken, siyah kanatlı güveler çoğaldı. Güveler kamufle olmak için, barındıkları ağaç gövdelerinin rengine uymak zorundalar; görünmez olmak, hayatta kalmak için gerekli. Siyah renkli formlar hayatta kalmayı ve çoğalmayı başardılar. Ve yaşadığımız fiziksel ve düşünsel ortam o kadar karanlık ki, kent sakinleri de hayatta kalmak için mecburen renk değiştiriyor. Şimdi kentte yaşamak, bir ışık gölge oyununu andırıyor. Sadece yüzeylerimiz kararmadı, ruhlarımız da. Ve tıpkı Rousseau’nun 1761 tarihli romanı ‘Yeni Heloise’in kahramanı gibi, “Gözüme batan heyulalar görüyorum yalnızca, ama tutunmaya çalıştığım an yok oluyorlar”.

Tutunacak bir dal bulmakta zorlanıyoruz; gözün güvenebileceği bir kılavuz yok artık. “Bir desenin sınırlarını tanımlayan çizgi gözün güvenilir kılavuzudur. Ve figürü kolayca kavrayabilmesi için gözün sadece çizimi takip etmesi yeterlidir” diye yazıyordu Heinrich Wölfflin, Rönesans sanatını tanımlarken (Rönesans Ve Barok, Janus). Göz ısrarla çizgi aradığında, figürlere ulaşmak istiyor, ama figürler çoktan karanlığın içinde bir görünüp bir kaybolan kütlelere dönüştü. Şimdi barok zamanlar: “Işıklı bir kütlenin dağınık hareketi gözümüzü şuraya buraya, hep daha uzağa çeker, hiçbir sınır tanımaz, tanımlı bir durak da yoktur” (Wölfflin).

Çizgilerle düşünmekte ısrar ediyorsanız, aldanırsınız. Zaman, karanlık, biçimsiz kütlelerle, heyulalarla düşünmenin zamanı; ışık ve gölge oyununa katılmanın. Daha önce de aktarmıştım; psikologlar, Afrika’nın ücra bir köşesinde yaşayanlara, üç kişi arasında geçen siyah beyaz bir film izlettikten sonra, ne algıladıklarını sormuşlar; yerliler, sadece ışık ve gölge oyununu algılamışlardı. Foucault, bizim algılarımızın kişilere, yani figürlere göre belirlendiğini söylüyor. Figürlere ve yerleştirildikleri entrikalara odaklanıyoruz. “Eskiden figürler açık renkli bir zeminden açık-seçik kopardı, oysa çoklukla koyu bir zemin var artık, öyle ki biçimlerin kıyıları bu karanlıkta eriyip gidiyor” (Wölfflin). Kentin zemini koyulaştı ve hayatta kalabilmek, ışık gölge oyununa bağlı. Kütle suskun. Susmak, karanlığın bir biçimidir. Olay, suskunluğun içinde sessizce birikiyor. Heyulalar başımızı döndürüyor: “Barok bizi bir an için güçlü biçimde etkiler, ama kısa sürede terk eder ve arkasında bir tür bulantı bırakır. Varlığın tamamlanmışlığını değil, oluşu, olayı akla getirir” (Wölfflin). Hissettiğimiz bulantı, karanlığın, varoluşun baş dönmesidir. Gözlerinizi karanlıkta görmeye alıştırın artık. Karanlık içinde henüz biçimlenmemiş neşeli oluşlar biriktiriyor.