Her zaman söylerim, zaman zaman yazdım da; bence 2002 Dünya Kupası’nı seyrettiğimiz yaz, ülke insanları olarak bu biçimde yan yana durduğumuz son yazdı. Birlikte heyecanlandığımız, aynı mutluluğu paylaştığımız, başarıyı kolektif bir mutlulukla karşıladığımız son yaz

Başarısızlık üzerine 'birtakım' sorular

Elif Çongur - Spor Yazarı

Türkiye Milli Futbol Takımı’nın geldiği nokta ile ilgili pek çok soru dolaşıyor ortada. Yazılıyor, çiziliyor, sabahlara kadar konuşuluyor. Sorular aşağı yukarı şu şekil: Milli Takım neden başarısız? Neden akıtılan bunca paraya, bu kadar imkâna, bu kadar maddi desteğe rağmen bir türlü beklenen başarı gelmiyor? Ne eksik? Neden böyle?

Saatlerce analizler yapılıyor, ordan giriliyor, burdan çıkılıyor. Sonuç olarak herkes umutsuz, herkes mutsuz. Teknik taktik meseleler, hocaydı, federasyondu tartışılıyor, tartışılsın tabii, iyidir. Fakat başarısızlık tartışmasında çok temel bazı şeyler atlanıyor. Başarısızlığın nereden kaynakladığı sorusunun birinci cevabı ülkenin spor kültüründe.

Spor kültürü; dev organizasyonlarda dönen milyarlarca doların, reklamın, sponsorun, vaat edilen primlerin, onun, bunun, endüstriyelleşmenin, her şeyin ötesinde bir ülkenin spora aşinalığıyla ilgilidir. Spor üzerine bir bakış açısına, bir spor politikasına sahip olmayı gerektirir. Paradaki sıfırlarla değil; semt sahalarının, açık spor tesislerinin, oyun alanlarının sayısı ile ölçülür. Spor kültürü, kitleleri oyunu tüketmeye değil oyuna katılmaya teşvik eder.

Spor kültürüne sahip olan ülkelerde, yetişen sporcu sayısı sadece sahalarda oynayacak “yerli futbolcu” kalmadığında dert olmaz, hep gündemdedir. Alt yapı meselesi, spor okulları, spor merkezleri her zaman odaktadır. Antrenörler çok düşük ücretlerle, ağır koşullarda, kaderleri yöneticilerin iki dudağı arasına bırakılarak çalıştırılamazlar. Sporcuların hakları aranır, özlük hakları korunur, güvencesiz bırakılmazlar. Tek taraflı çıkar anlayışıyla düzenlenmiş sözleşmelere mahkûm edilmezler. Tesisleri, sahaları, pistleri kapanmaz.

O yüzden mili takımımızın başarısızlığın nedenlerini anlamak için “Bu kadar yatırım yapılıyor neden olmuyor?” sorusu yanlış. Olmaz tabii. Sporda gerçek başarı için, devamlılık için, ekol olmak için yapılan maddi yatırımdan daha önemlisi spor kültürüne yapılan yatırımdır.

Başarısızlık tartışmasında atlanan ikinci temel mesele, ülke insanıyla ülke futbolu arasındaki gerilim. Daha açık söylemek lazım: Bu ülke bu milli takımı sevmiyor. Daha doğru bir ifadeyle bu ülke, milli takımın bu halini sevmiyor. Çünkü ne olursa olsun “milli takım” kavramı “biz” olma fikri üzerinde yükselir. Adı üstündedir zaten. Yan yanalık, bir arada durma, aynı yöne bakma ister. Bambaşka takımlardan futbolcuların, bambaşka takımların taraftarlarının takımıdır milli takım. Bir hafta önce kendi takımına gol attığı için illet olduğu futbolcunun attığa gole sevinmenin takımıdır. Maçın ertesi sabahı, o pozisyonun kesin olarak penaltı olduğuna herkesin hemfikir olmasının takımıdır. Sevinçlerin ve üzüntülerin bir olması beklenir. Ülke olmak da ülke takımı olmak da buralardan beslenir.

Her zaman söylerim, zaman zaman yazdım da; bence 2002 Dünya Kupası’nı seyrettiğimiz yaz, ülke insanları olarak bu biçimde yan yana durduğumuz son yazdı. Birlikte heyecanlandığımız, aynı mutluluğu paylaştığımız, başarıyı kolektif bir mutlulukla karşıladığımız son yaz. Elbette o vakitler ülkede her şeyin şahane olduğunu, güllük gülistanlık bir ülkede sorunsuz yaşadığımızı kastetmiyor, bu kadar ayrıştırılmadığımızdan söz ediyorum biliyorsunuz. Hâsılı 2002 yazından sonra bir daha öyle yan yana gelemedik diyorum. Hep ayrı takımlara düşürüldük, “Bunlar bu, bunlar şu” ayrıştırmasının ortasında kaldık ve sonra da giderek birinin acısının artık diğerini mutlu ettiği korkunç bir yarıktan yuvarlandık. Ülkede yaşanan en büyük terör saldırısında hayatını kaybedenler için yapılan saygı duruşunda duyduğumuz o korkunç “yuh” seslerinin bir milli maçta olması tesadüf müydü? Değildi. Sokakta ne kadar ayrıştıysan tribünde de o kadar ayrışırsın çünkü. Senin acın, yanında duranın mutluluğu olmuşsa o iş bitmiştir çünkü.

Bütün bunların üstüne bir de kibir, şımarıklık, prim hesapları, gazeteci boğazı sıkmak, özür dilemek yerine efelenmek, üstüne affedilmek, durmadan taraftarı azarlamak, bitmeyen bir büyüklenme, sürekli bir kendini övme, tarih yazmak, silip silip bir daha yazmak filan gibi şeyler binince işte biraz evvel kurduğum cümleye geliyoruz: Bu ülke, Milli Takım'ın bu halini sevmiyor. Bütün bu tavırlar, bu afra tafra, paraya düşkünlüğün bu kadar açık edilmesi “bizim çocuklar”, “bizim hoca”, “bizim takım” fikrinden çok uzağa düşürüyor futbolseverleri. O yüzden de arada bir gelen “başarı”lardan, Euro 2016’ya katılmayı başarabilmemizden mesela, tatmin olmadık, olmuyoruz, olamayız.

Dünyanın en büyük futbol organizasyonu olan Dünya Kupası’nda üçüncü olan milli takımı seviyorduk. Japonya’yı yenip çeyrek finale çıktığımız 18 Haziran 2002 günü gelen başarıyı seviyorduk. Kupa macerası o gün orda bitseydi, Milli Takım yarı finale kadar çıkmasaydı da olurdu. O başarının içinde mutluluk vardı, hak etmek vardı, biz olmak fikri vardı çünkü. Ülkenin futbol takımından daha başka ne bekleyeceksin? Dünya Kupası’ndan boynunda üçüncülük madalyası ile gelen Şenol Güneş’in büyük büyük cümleler kurmak, ne biçim bir destan yazdıklarını uzun uzun anlatmak, hamaset yapmak yerine sakin sakin kurduğu “Keyif verdik, keyif aldık” cümlesi de gelir aynı yere bağlanır: Sıfır kibir, sıfır artistlik, güler yüz, sahici bi mutluluk, keyif almak keyif vermek. Ama devamı gelmedi. Çünkü kültür.

Teknik, taktik para pul, imkân filan kadar, gerçek başarının bunlarla ilgisi var. Başarının paylaşmakla, birlikte sevinebilmekle ilgisi var. Başarının keyifle ilgisi var. Her şeyi paraya pula, Milli Takım'a sunulan imkâna, getirilen hocaya filan bağlayan anlayış değişmedikçe, Milli Takım'ın bileşenleri şımarıklık, kibir ve küstahlıktan uzaklaşıp spor kültürü denen şeye yaklaşmadıkça, bu taraftar bu takımı sevmedikçe başarı gelmeyecek.

Ya da şöyle söyleyeyim daha sarih olsun: Sunulan sınırsız imkânla, bu afra tafrayla, “Ülke tarihi benim gibi futbolcu mu gördü” laflarıyla kazanılan bir şeyler olabilir, top yuvarlaktır, döner dolaşır karşı kaleye girer. Ve fakat bu şekilde kazanılan şeye başarı der miyiz? Bu tür başarı yüzleri güldürür mü? Böyle bir milli takım sevilir mi? Benim sorularım bunlar. Cevaplarım da net.