Her zaman olduğu gibi Abdülhamit döneminde de gazetecilik zor ve tehlikeli bir iştir. O dönemi yaşamış Hüseyin Cahit Yalçın’a göre gazetenin siyasal yanı ve Saray’la ilişkileriyle imtiyaz sahipleri uğraşırlar. En küçük bir dizgi yanlışı bir gazetenin kapanmasının, sahibinin sorguya çekilmesinin nedeni olabilmektedir.

Hüseyin Cahit, “Sabah gazetesinde” (Edebiyat Anıları, İş Bankası Kültür Yayınları) başlıklı yazısında bizzat kendisinin de tanık olduğu gazete kapatılmasından örnekler vermektedir.

Ahmet Cevdet’in sahipliğinde 1894 yılında yayın hayatına başlayan İkdam gazetesi, Abdülhamit’in tahta çıkışının (13 Ağustos 1896) yıldönümünde yapılan şenliklerden söz ederken kullandığı “Leyle-i mes’ude” (mutlu gece) deyişi bir harfin düşmesiyle “mesude” (siyah) biçiminde çıkacaktır. Böylece “mutlu gece”, “kara gece” olarak anlaşılacak ve gazete kapatılacaktır.

Sabah gazetesinde “Şevketlû gazi Abdülhamit Han-ı Sani (Büyüklük ve heybet sahibi gazi İkinci Abdülhamit Han) nitelemesinde “Şevketlû” kelimesindeki “1” harfi düşmüştür.

Arap harfleriyle yazılan bu kelimeyi “Şu kötü gazi Abdülhamit Han” diye okumak olanağı vardır. Yine kıyamet kopacak ve Sabah gazetesi kapatılacaktır.

Böyle bir tehlike gazetelerin başına asılmış bir kılıçtır.

İmtiyaz sahipleri bunun olabildiği ölçüde önüne geçmek için bir yol düşünmüşlerdir. Padişahtan en çok cuma namazları nedeniyle söz edilir. Cuma selamlıklarına özgü olmak üzere beş altı tane kalıp hazırlanmıştır. Bunlar az çok ayrılığı olan anlatımlarla Allah’ın yeryüzündeki gölgesinin Hamidiye Camisi’ne cuma namazı için nasıl çıktığını gösterişli, basmakalıp bir dille belirtirler. Bu kalıplar baş dizgicide durur. Her hafta sırayla birini gazetenin en başına koyarlar. Böylece, korkulu bir dizgi yanlışının önüne geçilmiş olunurdu.

Hüseyin Cahit’e göre Türk basınının Abdülhamit zamanıyla ilgili tarihi yazılırken sansür bölümünün önemli bir yer alması gerekir.

Sansür, yalnız siyasal şeylere değil, en ufak, en sıradan ayrıntılara varıncaya kadar her şeye karışır, her yazıda ne olursa olsun yüce dileğe aykırı bir nokta bulur ve onu ya büsbütün çizer ya da başka bir biçime sokar.

Hüseyin Cahit, Guy de Maupassant’ın “Kalbimiz” romanını çeviriyordur.

Sonrasını şöyle anlatacaktır:

“Bunda Abdülhamit’e ve saltanatına dokunacak ne bulunabilir? Ama sansürcü bulurdu. Bir gün roman müsveddelerinde öyle bir düzeltme yapmıştı ki anlam değişmişti. Sanki yanlış bir çeviri yapmış oluyordum. İleride böyle bir kınamaya uğrarsam, sansürcü yüzünden bu yanlışın doğmuş olduğunu tanıtlamak için Hıfzı Bey’in imzasıyla sansürcü provasını saklamıştım. Kâğıtlarım o kadar elden ele geçti ki bu kâğıt yitip gitmiş…”

Bazı kelimeler vardı ki onların kullanılmasının doğru olmayacağını bütün yazarlar bilirler. Mesela burundan söz edilemez. Çünkü Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesinin çok büyük, kural dışı ve gösterişli bir burnu vardır. Burun sözünün onunla alay edilmesi sonucunu yaratacağı kanısına varılmıştır.

Hüseyin Cahit, “İzlanda Balıkçısı”nı çevirirken coğrafyayla ilgili burun sözü geldikçe “karaların denizlere doğru ilerlemiş bölümleri” diye yazacaktır.

“Suda erimek” anlamına gelen “halletmek” de yasak deyimlerdendir. Çünkü “tahttan indirmek” anlamını veren “hal” sözüyle bir ses benzerliği gösteriyordur. Tahtakurusu da Saray’ın lütfuna uğramış hayvanlardandır. Gazetelerde adı geçmez. Çünkü “tahtı kurusun” dileğini ses bakımından uzaktan uzağa akla getirir gibidir.

O günlerden bugüne ne değişti, söyler misiniz?