Hafta sonu TMMOB Makina Mühendisleri Odası’nın, örgütsel fikri takiple, daha yalın ifadeyle zor koşullara karşın inatla her iki yılda bir düzenlediği Sanayi Kongresi’ndeydik. Bu kez “Başka bir sanayileşme mümkün” temasıyla toplanan kongrenin anlam ve önemini, Gamze Yücesan Özdemir Bir Gün Pazar’da layıkıyla dile getirdiği için, gönül huzuruyla konuya ilişkin değerlendirmemize geçebiliriz.

Neoliberal zamanlarda sanayileşme gereğinden, sanayi stratejilerinden söz etmek bile değişime ayak uyduramamanın kanıtı kabul ediliyor. Madem gelişmiş ülkelerde imalat sanayiinin ekonomideki ağırlığı azalıyor, öyleyse kalkınmak için yığınak hizmetler sektörüne yapılmalı deniyor. Yükselen sektörler finans, medya, enformasyon olduğuna göre, pekala sanayileşme aşamasını pas geçerek kalkınmanın mümkün olduğu düşünülüyor.

Halbuki sanayileşme aşamasını başarıyla tamamlamadan az gelişmişlik zincirini kıran hiçbir ülke yok. Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği İngiltere’den, bir dönem Türkiye ile aynı kulvarda yarışırken, bir sıçrama gerçekleştirip gelişmiş ülke kategorisine terfi eden Güney Kore’ye kadar bu kuralın istisnasına rastlanmıyor.

Evet gerçekten de teknolojik atılımlarla imalat sanayinde yüksek üretkenlik sağlandı; böylelikle sanayi ürünlerinin fiyatları göreceli olarak ucuzladı. Haliyle ekonomik pasta içerisindeki payı da bir miktar geriledi. Hizmetler sektöründe üretkenliği artırmanın güçlüğü, ihracat gelirini kayda değer ölçüde yükseltmenin ancak imalat sanayine bağlı olduğu gibi gerçekler, hep kalkınmanın ancak sanayileşmeyle mümkün olacağına işaret ediyor.
IMF-DB-DTÖ patentli neoliberal reçeteler layıkıyla bir sanayi politikası uygulanmasına, hele hele sanayileşmenin planlama yoluyla gerçekleştirilmesine sıcak bakmaz. Olsa olsa sanayii seçici olmayan alt yapı yatırımları ve eğitim reformları ile destekleyebilirsiniz. Ama kamunun seçici bir biçimde bazı sektör ve firmaları zinhar desteklememesi gerekir. Kamu mülkiyetindeki sanayi işletmelerini ise hepten aklınızdan çıkarın.
Gelgelelim kendini düşük teknolojili, ucuz emeğe dayalı, dolayısıyla düşük katma değerli mal üretimiyle sınırlayan hiçbir ülke de “azgelişmişlik” zincirini kıramaz.

Ayrıca mühendislik, tasarım, yönetim danışmanlığı gibi hizmetlere talep de büyük ölçüde imalat sanayii firmalarından gelir. Teknik ifadeyle sanayinin geri bağlantıları güçlüdür. Bu nedenle sanayileşmesi tavsayan bir ekonomide, “üretken hizmet” sektörü de güdük kalır.

Yeni küresel üretim düzeni iki temel üzerinde yükseliyor. Birincisi elektronik, iletişim, ulaşım ve lojistik alanında teknolojik atılımlar sayesinde bilgisayarlar, internet, cep telefonları, konteynerler derken, üretimi yeryüzüne yayılmış, “küresel tedarik zincirleri” ortaya çıkıyor. İkincisi, uluslararası mali kuruluşların telkiniyle sermaye ve mallar serbest dolaşırken, emek ulusal sınırlar içerisine hapsediliyor. Söz konusu üretim ya da tedarik zincirleri, başta işçilik maliyeti, altyapının kalitesine, iş kanunları ile vergi ve çevre düzenlemelerinin sermaye açısından ne ölçüde cazip olduğuna bakarak, üretimin hangi aşamasının hangi ülkede gerçekleşmesinin uygun olduğuna karar veriyor.
Ortaya çıkan yeni küresel iş bölümüne göre başta Çin ve Hindistan, Küresel Güney ülkeleri “dünyanın üretim atölyesi” haline gelirken, Kuzey’deki gelişmiş ülkelerde “tüketim ekonomisi” hakim oluyor. Bu iş bölümünü belirleyen temel etmen, yukarıda vurguladığımız gibi Güney’deki ücretlerin düşük düzeyi.

Batı dünyasında kapitalizmin gelişimi, örgütlü ve sendikalı işçi sınıfının varlığında gerçekleşti. Bugün sanayi işçilerinin %78’i Güney’de istihdam edilirken, buralarda benzer bir sendikal örgütlülükten, sınıfsal bir meydan okuyuştan söz etmek olanaklı değil. Sadece Çin ve Hindistan’ın bankacılık sektörünün kontrolünü yitirmedikleri için, Türkiye veya Latin Amerika örneklerindeki gibi finansallaşmanın getirdiği çalkantıları yaşamadıklarını kayda geçmek gerekiyor.

Ne var ki onlar da yaratılan “katma değerin” bölüşümündeki adaletsiz tabloyu değiştiremediler. Üretim sürecinin başlangıç aşamalarındaki buluş, tasarım, AR-GE faaliyetleri ve finansal yönetim büyük ölçüde Kuzey ülkelerinde gerçekleşiyor. Mühendisler dahil göreceli yüksek ücretli, “elit” kadrolar Kuzey’de istihdam ediliyor. Sonraki aşamada ise, Güney ülkelerinde düşük ücretli işçiler üretim ve montajı gerçekleştiriyor.

Nihai üretim aşamasındaki pazarlama ve marka yaratma, reklam ve satış faaliyetleri yine Kuzey ülkelerine dönüyor. Haliyle karın aslan payına da onlar konuyor. Maliyetin önce düşüşe geçip, sonra yükselişini grafiğe yansıtınca, “gülen eğri” diye adlandırılan tablo ortaya çıkıyor. Ne yazık ki sonunda yüzü gülenler üretime terlerini akıtan Güneyli işçiler olmuyor. Özetle, sadece ucuz emek sayesinde parçası olduğunuz “küresel tedarik zincirleri” az gelişmişlik döngüsünü kırmanıza yardım etmiyor. Aksine, bu ağlar yüzünden bağımsız sanayi politikası yürütme olanağını yitiriyorsunuz.

Türkiye’nin tıkanan ekonomik büyümeyi tekrar hızlandırabilmesi için imalat sanayinde üretkenlik düzeyini artırması gerekli olduğu açık. Bunun da yolu bir kamu yatırım hamlesini içeren, AR-GE desteklerini artıran, atılım yapabileceği sektörleri belirleyen yeni bir “sanayi stratejisi” ortaya koymaktan geçiyor. Ne yazık ki, emekten değil sermayeden yana, kamucu değil piyasacı, aydınlanmacı değil gerici AKP rejiminde “başka bir sanayileşme mümkün” görünmüyor.