Günü geldi, 1 Mayıs’ta cesaret ve umut sokaklarda ve meydanlarda buluştu.

Karanlık takvimin ölüm sayaç metresi o gün işlese bile bombalı saldırılarla yıldırılamayan işçi, emekçi, kadın ve gençler yine canlı bomba tehditleri arasından süzülerek bir araya geldiler.

10 Ekim Ankara Garı’nda “Barış mitinginde” hunharca katledilen arkadaş ve çocukların hatıraları üzerinde kenetlendiler, Suruç’ta öldürülen gençlerin onurlu hayalleri bayrak bayrak taşındı.

Sesi kesilmiş, görüntüsü silinmiş, gerçekliği çalınmış, yadsınan ve karalanan bir başka Türkiye sadece el ele omuz omuza 1 Mayıs’a gövde vermemişti...

Ayrıca “Ayy işçi sınıfı mı kaldı? Bu arkaik bayramı kutluyorlar ya da kapitalizmin hediyesi 1 Mayıs karnavalına katılmak ne hazin” diye Siyasal İslamcı kapitalist rejimi entelektüalize etmekle görevli neoliberal gurular, “emekçi kimliği” ile karşılaşmıştı.

İslamcı referans ve pratiklerle, can değeri ve insan onuru dâhil, günlük yaşam, eğitim, akademi, sağlık, iş hayatına kadar toplumu cendereye alan, Siyasal İslamcı ideolojiye karşı ortak laiklik mücadelesinin bizatihi öznelerini de görmüş oldular.

Ömür boyu güvencesiz, kıdem tazminatsız bırakılacak taşeron, Özel İstihdam Bürolarına teslim edilecek kiralık işçi, kadrosuna göz dikilen kamu emekçisi, emeği “kısmileştirilen” kadın emekçiler ve gençler “biz varız ve sınıf bilincimizle buradayız” dediler.

“Açık-kapalı savaş” coğrafyası Yeni Türkiye’de bir yandan da ilk üç ayda 415 emekçinin nasıl öldürüldüğünün cevabı onlardaydı.

Ve “kamu vicdanı” denilen her gün kalın bir süngerle bu kanı silinen ve 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a bir yılda devletin katiyen kaydetmediği 1700 ölü emekçiyi de andılar.

Fiili rejimin “özgürlükçü laiklik” veya “inançlara saygılı laiklik” dil oyunuyla, laiklik kavramını bulandırmasına rağmen, başkanlık referandumuna “baş tema” yapılacağı kesin, Meclis Başkanı’nca girizgâh yapılan “dindar anayasa” hayaline karşı meydanlardan sesler net yükseldi.

Bizim “laiklik” tanımımız, 1700 insanı; taşra-tedarikçi organize sanayi bölge tezgâhlarında, tek bir geçişi 35 dolar olan kamu birikim yağması köprülerde, arazi bedava milyon dolar fışkıran tower inşaatlarda, devlete taş satan, çıkış yolunu bile üretim tüneline çevirmiş doyurulmaz patron madenlerinde “engellenebilir iş cinayetlerinde” taammüden öldürüldüler diyebilmektir dediler.

Dinci kapitalistlerin, dünyevi sermaye “kaderine” disposible can gibi kurban edilmiş işçiler için sarf edilen “şehitlik” ve “milli iradeye hizmet” kurumsal yalanı artık taşınamıyordu.

İslamcı taşeronun taşeronunun taşeronu “sömürü şebekesi”, Asya’nın kölelik üslerine nispet tüm ülke geneline tümör gibi yayılmışken, şirket ve sendika işbirliğiyle sürdürülen “mehterli-bayraklı” müsamerenin tek kutsalının iradesi kırılmış emekten çalınmış “kârlılık” olduğu aşikârdı.

Türk-Kürt-Sünni-Alevi ayrımcılığının körüklendiği ve kiralık, taşeron, kadrolu çalışma modelleriyle birbirine düşman edilerek “parçalanmış dayanışma” sayesinde yalnızlaştırılmış tüm emekçiler aslında “işsiz-işçi sınıfına” dâhildi.

Cihadist-Selefi IŞİD’in füzeleri Kilis’e her gün düşmesini ve İŞİD’li Türk vatandaşı bombacı saldırılarını “olağan” karşılayan Yeni Türkiye başında takke ve örtülü ama tuvalete kendi gidemeyen 3-5 yaşındaki binlerce çocuğa “Selefi pedagojik format” atmak gayreti ve “milli eğitim” adıyla “dogmatik” Sünnilik eğitim alan ama evrensel bilgiyle, dört işlemle en küçük teması kalmamış ortaöğretimin laiklikle tartışılamaz bağını 1 Mayıs’ta gördüğümüz bu Türkiye gün yüzüne çıkaracaktı.

Ve elbette Siyasal İslamcı projenin en büyük tarihsel korkusu ve önündeki engel de 1 Mayıs’ta gördüğümüz Türkiye idi…