Ya biz çıkış yolunu bulacak, yolu tıkayan kayayı yerinden söküp atacağız ya da doğa bizi tarihin içinden, tarihle birlikte söküp atacak.

Başka bir ülke yok döneceğimiz...

Belki de bu yazıyı pek karamsar bulacaksın sevgili okur. Öyle olmasın diye elimden geleni yapacağım. Ama gerçeklerden kaçmak da karamsarlığın kaynağı değil midir? Eski hali hayal edildiği zaman bile tozlu bir gravür gibi güzel görünen ülkemiz ne halde görmeden geçip gidebilir miyiz bu hayattan? Umutlar hepten tükenir gibi olduğu için, yüreğimdeki ağırlıkla, gözlerimde balkıyan ışıkla, o gölgeli hüzünle bakıp duruyorum yaşadığımız hayata. Seni yeniden kurmalı, seni yeniden yazmalı diye bir ses yükseliyor içimden. Öyle bir çığlık, öyle bir ses, sanki umudu yeniden canlandıracakmış gibi bir çığlık; “ol” deyince olduran Tanrı’nın sesi gibi bir ses bir mucize mi arayalım şimdi? Ne oldu bizim ütopyamıza?

Ütopyaları anlatan kitaplar, yazılar, tasarılar hep verili koşullarla düşünmeye alışmış beyinlerin işiydi. Malzeme, kum, kireç, tuğla, kiremit, harç hep geçmişten gelirdi; beynimizin içindeki geçmişten. Öyle olmayan, öyle olmadığını şaşarak gördüğümüz, yasadığımız ilk ciddi ütopyamız sosyalizmdi bizim. Yaparken öğreniyor, yaşarken kuruyor, yanılıyor, yeniden kuruyorduk.

Sonra rüzgâra verdik onu.

Peki, uçup gitti mi rüzgârla? Şiir biterse, hikâye biterse, kelime biterse, heceyle harf biterse, onu yaşatacak insan biterse işte o zaman ne seninle ne de kendimizle işimiz kalır sevgili ütopya. O zaman kendimizi sonsuz siyah bir karanlığa bırakacak, sana o karanlıktan el sallayacağız sevgilim, kendini çoğaltan kurtuluşum, sevgili yok ülkem benim.

Umudu tüketmedik daha, ama pek de iyi değil durumumuz.

Yorgun kanatlarımızla…

Çünkü̈ şimdi liberal bile olmayan bir entel kuşağı, yazıya çiziye egemen olma hevesinde. İşaretlere, sembollere, harflere yazıya önem vermez görünür, başımıza geleni bize özgürlük diye yuttururken ihanet ettiklerinin ülke yani insanlar olduğunu biliyor, ama umursamıyorlar.

Bakıyoruz; üstümüzden alıcı bir kuş geçiyor onlara dokunmadan. Bakıyoruz; uçağa binsek bir saatte ulaşabileceğimiz uzaklıkta, çocukları, daha hayal etmeyi öğrenememiş delikanlıları, sevmeye doyamamış kadınları, erkekleri öldüren bombalar patlıyor. Bakıyoruz; şiirler, filmler, şarkılar, kahkahalarla, sinik bir ustalık şeytanın gör dediği köşeden bize bakıyor.

Bilgiyi, bilimi, dünyanın parası bol bir köşesinde kendine bir yer bulmaya kurban etmiş aptal entel içimizde, üstümüzde, ihanetin sayfalarında dolanıp duruyor. Bütün söyledikleri üç beş kelimelik ihanet bildirisinden ibarettir: “Hepiniz özgürsünüz, istediğinizi yapabilirsiniz; ama sakın çizgiden çıkmayın. Liberal dünyamızın her geçen gün biraz daha sıkılaşan düzenine itiraz etmeyin. Piyasayı esas alın, borsayı gözleyin, süperlere biat edin, dünyamızın keyfini kaçırmayın, gezinin işte hayal dünyalarında, Metaverse âlemlerinde.”

Anlattıkları hayal, yaşadığımız karanlık budur. Ama karanlık ışığa komşu değil midir? İşte onun için umutla uçuyoruz biz de. Geniş, yorgun kanatlarımızla denize doğru uçuyoruz. Daha çok var denize. Uzaklardan, çok uzaklardan duyduğumuz çatırtı, koca bir buzulun ana kitleden kopmasının sesidir. Denizin sesi hırçın. Denizin sesi öfkeli. Üstünden uçup gittiğimiz topraklar bir yangın yerine benziyor. İhmal edildiği söylenen bu toprakların geliştiğini, güzelleştiğini anlatanların sesleri kulaklarımızı kirletiyor. Yalan, iş görmenin, politikanın tek yöntemidir artık. Gözümüzün içine bakarak söylenenler ruhumuzu öyle yordu ki. Uzun, yorgun kanatlarımızla denize doğru uçuyoruz biz.

Ülkemizin ufkundaki kara bulutların dağılıp gideceğine olan inancımız iyice zayıfladı. Müzik sustu. Tuhaf, kulaklarımızın alışık olmadığı bir ses her yerde. Zaman zaman konduğumuz, her nasılsa yeşil kalmış̧ ağaçların cılız dallarından, yangın yerine dönmüş ülkemize bakıyor, gözlerimizi kapatıyoruz. Sonra yeniden uçmaya başlıyoruz. Durmak olmaz. Bir an önce denize kavuşmalı. Geniş kanatlarımız yorgun. Artık uçan hiçbir şeye tahammülleri kalmamış, hoyrat avcıların kurşunları sağımızdan solumuzdan geçip giderken, ülkemizi karanlığa terk etmenin hüznü̈ çöküyor üstümüze.

YOLU TIKAYAN KAYA

Nereye gidiyoruz? Yaşlı delikanlılarımızı hastanelerin acil servislerine taşıyoruz. Sesimizi iyice kısmak için petrol zenginleri, paragözler, uzun maşlahlı kefiyeleriyle, koca uçakları dolduran canlı “eşyaları”, cansız koltuklarıyla geldikleri havaalanlarında şatafatlı törenlerle karşılanıyorlar.

Saçları rüzgârdan esirgenmiş kardeşlerimiz, öğrencilerinden uzaklaştırılmış hocalarımızsa yakında uçup gidecekler? Lüks otel lobilerinde “zamanın aldatılmış̧ ruhunun” kararttığı yüzlerle gezinenler, ülkelerini büyük bir gürültüyle gelen felaketten korumak isteyen orman bekçilerine kötücül bakışlar fırlatıyorlar. Yorgunuz. Denize doğru uçuyoruz. Aslında bir yere gittiğimiz yok. Ülkemizin üstünde dönüp duruyoruz. Aşağıda sömürü̈ alabildiğine sürerken, topraklar yağmalanır, denizler ve tutukevleri doldurulurken nereye gideceğiz?

Zaten o uzak denizler yok artık. Deniz bizim içimizde. Her yerde çağımızın belalı imparatorluğunun zorbalığı egemen oldu. Zorbalığa gitsek, o “çağdaş̧” gökdelende, belki de bir lüksün içinde yorgun kanatlarımızı büzüştürüp “Ah işte uygarlık bu!” diyebilir, düşmüş pek çok kardeşimiz gibi kendimizi avutabilir, teslim olabilir, bireyci ruhumuzu tatmin edebiliriz. Ama bu yalnızca içimizdeki insanın ölümü olur. Çünkü küremizi tümüyle sarmış, habis bir hastalık gibidir bu emperyalist bela. Burnumuzun dibinde yüzbinlerce insanı katletti. Savaşlarla beslenen, kırımlarla büyüyen bir kötülüktür. Ona ortak olabilir miyiz? Kötülük savaşmadan def olup gitmez. Kötülükle uzlaşılmaz. Onunla yalnızca savaşılır. Onun için büyük, uzun bir çığlıkla insanlara dünyanın halini, insanların halini, ülkemizin halini, yalanı dolanı, üstümüze çöken karanlığı, sisi anlatmak zorundayız.

Yorgunuz. Geniş ama yorgun kanatlarımızla bir an önce denize ulaşmak istiyoruz. Ama yok öyle bir deniz. Deniz artık içimizde. Koca bir buzul biraz önce koptu kütlesinden. Hava alabildiğine kirlendi. Teksaslı kovboy burnumuzun dibinde o petrol kokulu tuhaf şarkıyı çalıyor “budur bize uyan, stratejimize, taktiğimize, daha bilmem neyimize denk düşen” diye hırlıyor. Toprağa bakıyoruz. Sonra gökyüzüne. Sonra vurgun yemiş̧ yüreklerimizi canlandırmak için derin bir nefes alıyoruz.

Peki, çare yok mudur? Yoksulu uydurma makro hesaplara kurban etmekten başka çözüm bulunamaz mı? Çare karalamalara, sinsi düzenlere, tank sesiyle uyanıp, cumhuriyetin sesiyle kendine gelemeyenlere aldırmadan, yeniyi hayal etmeye devam etmektir. Önce hayal etmek gerekir: Harfi, heceyi, kelimeyi, cümleyi yeniden kurmak gerekir. Yazıyı değiştirince gerçek ortaya çıkar, her şey değişir. Kelime eğer iyi anlaşılmışsa, cümle yerli yerindeyse, şaşkınlık yerli yerindeyse, insan yerli yerindeyse, yani isyan yerli yerindeyse, uykuda değilse insan, ütopya gecikir belki ama mutlaka gelir.

***

Egemenlerin “mutlak” zaferinin sahte kalesinde pişmanlıklarını, itiraflarını yazanlar arasından utananlar çıkar mı? Çıkar. Zaman geçer, su akar, yüzlerde hafif bir kırmızılık belirir... Seviniriz. Umutla bakarız eski dostlarımızın yüzüne. Seviniriz, entel bir ihanetin yoksul gölgesi yeniden üstümüze düşene kadar... Belki de yanılıyorum, boşuna umutlanıyorum; yine de başka bir yol yok, başka bir çıkış yok, başka umut yok. Tek yol o ütopyayı yeniden kurmak. Gözümüzü kapatamayacağımız gerçeğimiz budur, böyledir, kitabın yazdığı ya da henüz yazılmamış boş sayfalarında okuduğumuz da budur.

Ya biz çıkış yolunu bulacak, yolu tıkayan kayayı yerinden söküp atacağız ya da doğa bizi tarihin içinden, tarihle birlikte söküp atacak.