Bir zamanlar toplumla bağlarını koparıp, sırça saraylarına sığınan sinemacıların tavrında bir değişim var gibi. Yeni bir kuşak eskilerin yerini alıyor ya da... Topluma içerden bakabilen, duyarlı ve sorumlu bir kuşak…

Başka dünyalara yolculuk

Kaotik bir dünyada yaşıyoruz. Bir avuç diktatörün milyonlarca insana hükmettiği, açlıktan ve hastalıktan kırılan kitlelerin ve onların hakkını savunan demokratların sesinin kısılmaya çalışıldığı bir dünyada sanatçının tarafsız kalması mümkün mü? Mümkün değil elbette. Bakmayın siz, bazı ‘tuzu kuru’ sanat erbabının ‘sanat toplumsal sorunlara çözüm getirmek zorunda değildir’ söylemine. Çözüm getiremese de, sorunlar üstüne düşünmek, düşündürmekten kaçamaz sanatçı, hele içinde yaşadığımız koşullarda…

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, ülkenin en yüksek yargı organının verdği ‘hak ihlali’ kararı uygulanmıyor, Osman Kavala gibi bir sanat hamisi ‘casusluk’ suçlamasıyla yıllardır hapiste tutuluyor, insan hakları savunucuları, gazeteciler, yazarlar düşüncelerinden ötürü tutsak, yıllardır farklı sahnelerde sergilenen bir oyun Kürtçe oynanınca yasaklanıyor, tarikatların devlet üzerindeki etkinliği her geçen gün artıyor, eğitimden sağlığa en temel insan ihtiyaçları ticari çıkarlara alet edilirken, devletin yetkili ağızlarından çıkan pandemiye ilişkin sözlerin gerçeği yansıttığına kimseler inanmıyor, yaşam koşulları pandemi nedeniyle daha da ağırlaşan emekçi sınıflar ayakta kalma savaşı veriyor…

Sinema deseniz, bir yanda sansür tehdidi, öte yanda ‘devlet desteği’ baskısı altında… Ama, bütün bunlar yıldıramıyor sanatçıları. En azından önemli bir bölümünü… Nitelik açısından olmasa da, nicelik -yapım sayısı ve gişe geliri- açısından ağır basan diğer bölümü küçümsüyor değilim. Sektörün bütünü içinde, kuşkusuz ‘eğlence sineması’nın da önemli bir yeri var. Ama beni ilgilendiren kısım, sinemayı bir sanat dalı olarak görenler...

Bir zamanlar toplumla bağlarını koparıp, sırça saraylarına sığınan sinemacıların tavrında bir değişim var gibi. Ya da, yeni bir kuşak eskilerin yerini alıyor. Topluma içerden bakabilen, duyarlı ve sorumlu bir kuşak… Antalya’da seyirci karşısına çıkan en yeni ürünler arasında, toplumsal sorunların yol açtığı insanlık dramlarının epeyce fazla olduğunu anlıyorum, önseçici kurul ve ana jüride görev alan eleştirmen ve sanatçı dostların yazılarından, söyleşilerinden…

Bunları niçin söylüyorum? Son günlerde arda arda izlediğim filmlerde karşımıza çıkan sorunların, yaşanan felaketlerin benzerliğinden… İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın doğru bir tercihle bu yılın yarışmalarını dijital ortama taşıması sonucu, önce Ulusal Yarışma’ya seçilen filmleri izlemiştik. Şimdi de, Uluslararası Yarışma filmlerini izleme şansına kavuştuk. Sözün burasında bir duyuru: bu ay İKSV Tasarım Bienali’nin bazı etkinliklerini, Kasım ayında da Tiyatro Festivali’nin yabancı topluluklarını çevrimiçi izleme olanağımız olacak. Tabi, pandemi şu günlerdeki hızını kesmezse, belki de tüm festivali izleyebiliriz.

Farklı dünyalar benzer sorunlar

Dilerseniz, sözü daha uzatmadan gelelim bu yılki festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde izlediğimiz 12 filme… Yarışma seçkisi, Latin Amerika’dan Mısır’a, ABD’den Kosova’ya uzanan bir yelpaze içeriyor. Bu filmlerden büyük kısmı artık gösterimde değil ne yazık ki. Son dört filmi bugün ve yarın filmonline.iksv.org sitesinden bilet alarak izlemek mümkün. Ayın 20’sinde de, Tayfun Pirselimoğlu başkanlığındaki Jürinin kararını ve çevrimiçi ortamda halk oylamasına katılanların belirleyeceği ‘En İyi Film’i öğreneceğiz.

İzlediğim on iki film içinde dokuzu, ülkelerinin tarihsel-toplumsal sorunlarından yola çıkan filmlerdi. Latin Amerika toplumlarının ortak duygularına seslenen bir yapım olan “Denizaltısı da Olsun İsteyen Cam Temizleyici”, Alex Piperno’nun yönettiği bir Uruguay, Arjantin, Brezilya, Hollanda, Filipinler ortak yapımı. İşçiliği pek iyi olmasa, filmin adının vaat ettiği mizah duygusundan yoksun olsa da, ele aldığı tema açısından ilginç bir yapım. Köylülerin ormanda bulduğu bir kulübenin ve orta sınıftan bir sanatçının evindeki kapıların lüks bir gemiye açılması, ‘hepimiz aynı gemideyiz’in metaforik bir anlatımı olabilir mi? Ya, köylülerin kulübeye attığı dinamitlerin gemiyi ve burjuva evini sular altında bırakması? Bir dinamitle en güvendiğiniz ortamlar bile berhava olabilir demek mi istiyor yönetmen?

Felipe Bragança’nın yönettiği, Brezilya-Portekiz ortak yapımı “Sarı Hayvan”, Portekiz’in sömürgeci geçmişinin günümüzdeki yansımalarını anlatan, tıpkı Piperno’nun yapıtı gibi ‘büyülü-gerçekçi’ bir yapım. Filmin kahramanı, ülkesi Portekiz’i terk eden ve gitarist bir erkekle yaşayan dedesinin izinden Brezilya’ya giderek, 5 milyondan fazla Afrikalıyı köleleştiren ülkesinin tarihiyle ve ‘Sarı hayvan’ın simgelediği yerel kültürle hesaplaşan bir Portekizli. Bir diğer Latin Amerikan yapımı, Meksika- Dominik Cumhuriyeti-Katar ortak yapımı “Sanctorum”, kenevir (marijuana) toplarken garip sesler duyan ve dünyanın sonunun geleceğine inanan Meksikalı köylülerin görüntüleriyle başlayan ve gerçeküstü olaylar/kişiler içeren bir başka büyülü-gerçekçi film. Uyuşturucu karteli ile askerlerin arasında kalan, iki taraftan da işkence gören yoksul köylülerin trajik yazgısı hiç de yabancı gelmiyor insana. Bana göre seçkinin en iyi filmlerinden biri bu.

Kişisel tarihini deşerken, ülkesinin tarihiyle hesaplaşmayı ihmal etmeyen Polonyalı genç yönetmen Xawery Zulawski, “Kuş Dili”nde, babası ünlü yönetmen Andrzej Zulawski’nin çekemediği bir senaryoyu hayata geçirirken, babasını da filmin içine alarak, çok katmanlı, görselliği kadar içeriği ile de etkileyici bir film yapmış. Polonya’da film çekme olanağı bulamayınca kariyerini Batıda sürdüren Zulawski’nin fantastik düşlerini beyazperdeye yansıtırken, Sovyet egemenliği sonrası faşist ve dincilerin etki alanına giren ülkesinin yazgısını anlatmak gibi zorlu bir işe soyunmuş. Altından kalktığını söyleyebilirim. Ama, kolay anlatıları yeğleyen izleyicilere göre bir yapım değil…

baska-dunyalara-yolculuk-794072-1.

Yabancılar ve inançlılar

Yarışmanın, bana göre en iyilerinden biri olan “Yabancı” (özgün adıyla ‘Exil’), Arnavut asıllı Alman yönetmen Visar Morina’nın imzasını taşıyor. Klişelere çok müsait bir konuyu gerçekçi ve tarafsız bir bakış açısıyla yorumlayarak, kahramanlarının iç dünyalarına eğilen yönetmen Alman sinemasının son yılda yaptığı en iyi filmlerden birini imzalamış. Kültürel farklılıklar ve yabancı düşmanlığı temalarına bildik klişelerin dışında bir yorum getiriyor. Günümüz Alman gençliğini anlatan Leonie Krippendorff’un “Koza”sı ise, Almanların ve Türk kökenli gençlerin birlikte büyüdüğü bir ortamda yaşayan ve kadınlara ilgi duyan bir genç kızın dünyasını duyarlı bir sinema diliyle anlatsa da, bildik şemalardan kurtulamıyor.

Kadınların dünyası üzerine bir başka anlatı, Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska’nın “Öteki Kuzu” adlı İrlanda-Belçika-ABD yapımı film. Kendini ‘çoban’, kendisine inanan kadınları ve kızlarını ‘kuzu’ olarak tanımlayan bir ‘tarikat’ liderine başkaldıran bir genç kızın öyküsü. “Yazdönümü” adlı İsveç yapımını anımsatan film, cinsellik odaklı tarikatların dünyanın farklı köşelerinde var olduğunu anlatmakla yetinmiyor, feminist bir mesajla noktalanıyor. Amerikalı yönetmen Annabelle Attanasio, “Mickey ve Ayı” adlı filminde, alkole teslim olmuş bir ABD savaş gazisi ile hayvan doldurma işinde çalışan ergenlik yaşındaki kızı Mickey’in öyküsünü anlatıyor. Kadının bağımsızlığa adım atmasıyla biten film, karakter analizleriyle dikkate değer, ama o kadar işte…

İranlı yönetmen Mahnaz Mohammadi’nin “Oğul-Ana” adlı dramı, toplum baskısı altındaki kadın temasına farklı bir bakış açısı getirmeyen, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış bir film olmaktan öte geçemiyor. Zeina Durra’nın Mısır, İngiltere, Birleşik Arap Emirlikleri ortak yapımı “Luxor”u da, Mısır’ın bu gizemli kentinde geçen, turistik bir aşk hikayesi. Luxor tapınağındaki rehberin sözleri filmin ana fikrini özetliyor: “İçimizdeki şeytanları fethedebiliriz” diyor ama seyirciyi fethetmesi için daha epey somun ekmek yemesi lazım…

İzlandalı yönetmen Runar Runarrson’un imzasını taşıyan “Yankılar” (Echo) adlı film ise çok daha sıradan olayları getiriyor beyazperdeye. Noel hazırlığındaki bir kasabanın sıradan insanlarının öyküsünü. Paralarını alamayan işçiler, polisler tarafından sığındıkları kiliseden alınarak sınır dışı edilmek üzere götürülen kaçak göçmenler, uyuşturucu bağımlıları, Noel gecesi hazırlıkları, çam ağaçları, havai fişekler ve huzurevindeki yaşlılarla bir toplum panoraması; kurmaca ile belgeseli buluşturan mütevazi bir yapım.

Ülkesinin acılarla dolu yakın tarihini soğukkanlı bir bakış açısıyla yorumlayan Ukraynalı yönetmen Valentyn Vasyanovych’in “Atlantis”i, yarışmanın dikkate değer filmlerinden. 2025 yılında, savaştan bir gün sonra başlayan film, Rusların işgal ettiği Doğu Ukrayna’da geçiyor. Mayınlar, otopsiler, ceset torbaları arasında yaşanan bir aşk ve yalnızlık öyküsü. Suların kirletilmiş olması nedeniyle yaşanan ekolojik felaket, terk edilmek zorunda kalınan topraklar ve “Bu toprakları terk etmek için mi savaştık?” sorusuyla baş başa kalan askerler… Özenli sinematografisi ile öne çıkan, durağan anlatımı ile izleyiciyi zorlayan bir film… Hangi film için oy kullandın diye soracak olursanız, henüz kullanmadım… Herhalde “Sanctorum” için kullanırım…