Kar yağdı İstanbul’a. Her tarafı beyaza bürüyen bir kar. Kar ve yağmur, bende çocuksulaşmaya neden olur her zaman. Bu çocuksulaşmanın, yağan karın dünyaya ve mucizelerine inanmayı tazelemesiyle bir ilgisi vardır belki. Bu anlamı ben yüklüyorum elbette. Başkaları da yağan kara bakıp sokakta donarak ölme ihtimali olan evsizleri düşünerek acı çekiyor olabilir. Tabii, bu düşünceyi aklıma getirir getirmez ben de o çocuksulaşma hali içinde acı çekiyorum. Ama ne olursa olsun, yağan karı izlemeye devam edince, yeniden o ‘dünyaya inanma’ hali beliriyor içimde.

Dünyaya inanmak ve inanmamak ile yazabilmek ve yazamamak arasında bir ilişki olmalı; daha doğrusu yaratabilmekle... Bir roman yazmanın, film çekmenin, resim ya da heykel yapmanın dünyaya inanmadan gerçekleşemeyeceğini düşünüyorum. Joseph Incardona’nın ‘220 Volt’ adlı romanındaki tıkanıklık yaşayan romancıyı anımsatıyor bana bu düşünceler. Yazacağı romana ait o cümlelerin başka bir evrenden geleceğine inanıyordu, yani anlamlı ve faydalı olan bir evrenden, çalışma ve sebatla elde ettiği yazarlığın o cümleyi o evrenden bulup çıkaracağına... Ama olmuyordu. Roman da zaten, yazma güçlüğü çeken yazarın bir köy evinde geçireceği zamana odaklanıyor. Dünyaya inanmadığımızda ya da dünyaya inancımız sarsıldığında bir boşluk duygusu içinde buluruz kendimizi, her şey anlamını yavaş yavaş yitirmeye başlar.

Dünyaya inanmanın yaşanılan dünyayla ya da gündelik hayatla dünyayla bir ilgisi olmayabilir. Örneğin Thomas Bernhard’ın “Tamamen paramparça olmuş bir dünyayı” yazdığı yer, o paramparça olmuş dünya değil, başka bir evrenden bakarak yazmaktadır sanki. O başka evreni hayal edemediğimizde, hatta orada yaşayamadığımızda, içinde bulunduğumuz evreni anlamamız da güçleşir.

Bauman’ın ‘Siyaset Arayışı’nda, özel ve kamusal alanlar arasındaki köprülerin atıldığını, insanların yalnızlaştırıldığını ve liberalizmin “Bu hayal edilebilecek en iyi dünya değil, ama tek gerçek dünya” tezine teslim olunduğuna dair sözleri, dünyaya inanmanın ancak aynı zamanda başka bir evrende yaşayabilmeyi öğrenmekle mümkün olacağını göstermiyor mu? O ‘başka evren’i bütün yazar ve sanatçıların, okurların, düşünürlerin buluştuğu, bir araya geldiği bir yer olarak hayal ediyorum. Jung’un uyardığı gibi, eğer kendimiz bir cevap bulamazsak dünyanın cevabına bağlı oluruz. Yani eğer o ‘başka evren’i bulamazsak, bize dayatılan ve sunulan bu evrene bağlı oluruz ve bu evrendeki dünya paramparça...

Deleuze’ün şu sözleri aslında pek çok şeyi özetliyor: “Artık bu dünyaya inanmıyoruz. Başımıza gelen aşk ve ölüm gibi olaylara bile inanmıyoruz, sanki bizi sadece biraz ilgilendiriyorlar. Sinemayı yapan biz değiliz, bize kötü bir film gibi görünen dünyadır... Dünyaya olan inancımızı yenilemek. İşte moderni sinemanın gücü budur... Bu dünyaya inanmak için nedenlere ihtiyacımız var.” Deleuze’ün sinemaya yüklediği bu anlamı, hayatımızdaki her yaratıcı faaliyete yükleyebiliriz, hatta hayatın kendisine. Çünkü anlamlı hayat, her ânını yaratıcı bir biçimde yaşamaya çalıştığımız hayattır.