Halkın büyük kısmının yaşananlar derinleştikçe kendisini çaresiz hissettiği ve muhalif fraksiyonun buna karşılık kalabalıklara yeni bir başlangıç vaat ettiği günlerdeyiz. Her şey bir yana, düzenin geçmişiyle temelde barışık olduğunu her fırsatta anlatan ve gösteren bu fraksiyondan nasıl bir çözüm beklenebilir?

Başka topraklar, tek “Auschwitz”

Önder Kulak

Theodor W. Adorno’nun felsefesinde, filozofun Auschwitz toplama kampına ilişkin sorgulamaları ve beraberindeki çıkarımları, önerdiği direnme pratikleri açısından merkezi bir konuma sahiptir. Adorno nezdinde Auschwitz, insanlığın sürekli hesaplaşılması gereken bir uğrağını temsil eder. Auschwitz, kendisi gibi onlarca toplama kampıyla kıyaslandığında, ardındaki toplumsal yapıyı neredeyse eksiksiz biçimde yansıtan bir mikro ilişkiler ağıdır. Bugün bir “utanç müzesi”nden başka bir şey olmamasına rağmen, bıraktığı etki hâlâ hissedilmektedir. Öyle ki Auschwitz, bir dolayım olarak, pek çok toplumsal ilişkinin örtük bir parçasını oluşturur. Bu noktada iki boyutun özellikle öne çıktığı söylenebilir.


Her ne kadar yaşananlar pek çoğu için kâğıt üstünde “insanlık suçu” sayılsa da, Auschwitz, egemen sınıf için baskı ve zor kullanımı bakımından bir ölçü ve belki öğretici bir deneyimdir. Bununla beraber, bilinçli bir hesaplaşmanın güçlü olmadığı koşullarda, sıradan insanın yaşananlara kayıtsız kalması, olumsuzlasa dahi kanıksaması ya da belki belirli bir ideolojik tahakküm altında olumlaması, onu ve benzerlerini olağanlaştırmaktadır. Adorno’ya bakılırsa, böylesi bir örtüşmede yeni bir Auschwitz’e ilerlemek için yalnızca bir adım atmak yeterlidir. Çünkü Auschwitz’i ortaya çıkaran zemin ortadan kalkmamış, sadece bir adım geri atılmıştır. Dolayısıyla failleri bir yana, Auschwitz ile hesaplaşmamış sıradan insan, bırakalım önlemeyi, onu yeniden yaratma eşiğinde manipülatif bir karaktere sahip olmayı sürdürür. Buna karşılık Adorno, direnme pratiklerinde her düşünce ve eylemin olmazsa olmaz düsturunun, yeni bir Auschwitz’i önlemek olduğunu savunur. Aksi takdirde, yeni Auschwitzlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

II. Paylaşım Savaşı sonrasında Auschwitz ile benzeri nitelikte örgütlenmiş sistematik işkence, eziyet ve katliam mekanizmaları düşünüldüğünde, Adorno’nun uyarısı defalarca doğrulanmıştır. Zaman içerisinde bu mekanizmalar, tıpkı dayandıkları toplumsal yapılar gibi, azalmak şöyle dursun, daha incelikli biçimler alarak yaygınlaşmıştır. Birçok siyasi işkence merkezinin yanı sıra, Srebrenitsa ve benzeri pratikler de birer duvarsız Auschwitz olarak, Adorno’nun işaret ettiği bu zincirin halkalarına peş peşe eklenmiştir.


Öyleyse biz de soralım: Duvarları olsun ya da olmasın, doğduğumuz bu topraklarda yaşanmış Auschwitzlerden bahsedilebilir mi? Yakın tarihimize bakıldığında, Ulucanlar, Diyarbakır ve 19 Aralık’ın öncesinde ve sonrasında nice hapishanede yaşananlar, özellikle de ardındaki ağın siyaset, hukuk ve zor ilişkiselliğini yansıtması bakımından, Auschwitz’ten nitelikçe ne kadar farklıydı? Maraş’ın, Lice’nin, Sivas’ın… etrafını saatlerce saran o görünmez dikenli teller, Auschwitz’in çeliğinden daha mı az gerçekti? 10 Ekim’de ölü, yaralı ama hepsi kana bulanmış insanların üzerine gaz fişekleri ateşleyen fail, aradan geçen yaklaşık yüz yıla rağmen, yine aynı yüze sahip değil miydi? Bize gelince, bu yaşananlarla yeterince hesaplaşabildik mi?

Auschwitz benzeri bu pratiklerle hesaplaşmak, sınıfın, halkın örgütlü kesimleri için kendi doğallığında bir önceliğe sahiptir. Zira Auschwitzlerle hesaplaşmanın temel koşulu, Auschwitz’in oluşumunu mümkün kılan zemini, yani ilgili toplumsal ilişkileri anlamak, eleştirmek, dahası onu değilleme ve yerine karşıtı ilişkiler ikame etme kuruculuğunu icra etmektir. Bu kuruculuk, henüz yapıyı tümden yıkabilecek bir noktada olmadığında dahi, bir yandan olası Auschwitzlerin önüne fiili bir set çekme, bir yandan da mevzi artırarak kendi ilişkilerini yaygınlaştırma eğilimindedir. Ne var ki söz konusu kuruculuğun zayıf ve düzenin hem fiziken hem ideolojik olarak hayli saldırgan ve baskın olduğu bir koşulda, yaşananların sıradan insana kayıtsızlık, kanıksama ve destekleme gibi farklı tavırlar kazandırılması marifetiyle olağanlaştırılmasının önüne geçilemez. Böylece fail, ihtiyaç duyduğunda yeni Auschwitzler için daha fazla ilerlemekten çekinmez. İşte tam bu noktada, düzen içinden başka bir fraksiyonun topluma, özellikle de bu felaket ortamından yorulan halk kesimlerine, bir adım geri atmayı ve olanları unutmayı teklif etmesi âdettendir. Bugün yaşadıklarımızın özeti, en yalın haliyle böyle ifade edilebilir. Peki, unutmak ya da en azından buna çalışmak, hakikaten bir çözüm olabilir mi?

Yaşananlar düşünüldüğünde akla gelen pek çok soru, aslında kendiliğinden birer yanıt niteliğindedir. Örneğin günlerce sokak ortasında kaldırılmayı bekleyen bir cenaze ve beraberindeki olaylar zinciriyle hesaplaşamamış bir toplumun, her şeyi bir anda unutup öylece yoluna devam edebilmesi ne kadar mümkün olabilir?
Sadece ülke geçmişine bakıldığında dahi, tarihsel örnekler, failin ilk fırsatta kendini hatırlattığına işaret etmektedir. Diğer yandan, cenazesi yerdeyken ağıt yakan insanları, bilincinde olmasa bile olanları alkışlayan kesimle barıştırmanın ya da en azından sessizce bir arada yaşamalarını sağlamanın koşulu da unutmak değildir. Zira yine pek çok örnek, failin ideolojik tahakküm altındaki sıradan insanı kendisini alkışlaması için her fırsatta seferber ettiğini göstermektedir. Aslında bu durum fail için de bir tercihten ziyade zorunluluktur. Çünkü hâkim toplumsal ilişkiler, yapısal nitelikleri dolayısıyla, ağır baskı ve zor kullanımı olmadan ayakta kalma olanağına sahip değildir.
Dolayısıyla unutmaya çalışmanın ve böylece hesaplaşmaktan kaçınmanın, Sisifos’un çabasından farklı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Buna karşılık, bir cenazenin günlerce yerden kaldırılamamasını ve nicesini mümkün kılan zeminin içyüzünü halka anlatmaya çalışmak, bu noktada daima bir ilk adımdır. Elbette tek başına ne anlatmak ne de anlatılanların benimsenmesi yeterlidir; ancak destekçilerin saflarını terk etmesini, kayıtsızların ve kanıksayanların harekete geçirilmesini sağlamak ve beraberinde mekanizmanın işlerliğinin engellenmesi için kitlesel ya da örgütlü müdahalede bulunmak, yeni bir felaketin önünde fiili bir set oluşturabilir.
Halkın büyük kısmının yaşananlar derinleştikçe kendisini çaresiz hissettiği ve muhalif fraksiyonun buna karşılık kalabalıklara yeni bir başlangıç vaat ettiği günlerdeyiz. Her şey bir yana, düzenin geçmişiyle temelde barışık olduğunu her fırsatta anlatan ve gösteren bu fraksiyondan nasıl bir çözüm beklenebilir? Öyle ki söz konusu fraksiyon, “iyi niyetli” bir iktidar adayı olarak kabul edilse dahi, durumu parmak tetikte bir silahtan farksız olacaktır. Tetiğe basılıp basılmaması ise koşullarda saklıdır. Sözgelimi sınıfın, halkın ücret, hak ve özgürlükler mücadelesinde, dahası toplumun kökten değişim isteminde, kısacası düzenin kendini tehdit altında hissettiği her koşulda, fail önceki niyeti ne olursa olsun, tüm olanaklarını kullanacak ve kalabalıkların karşısına ateş, dikenli tel ve nicesi olarak çıkacaktır. Halka yapılan teklifin içeriği şu an bir adım geriyse, koşullar değiştiğinde iki adım ileri olacaktır.
“Auschwitz” etrafında dolaşmak, halk için daimî bir tehdittir ve bir tehdidin yok sayıldığında ortadan kalktığı hiç görülmemiştir. Bu nedenle onu, işkence, eziyet ve katliam mekanizmalarına ihtiyaç duyan bir yapının her parçasıyla birlikte ortadan kaldırılmak ve bu bilinçle yeni bir zemin inşa etmek, halkın önündeki yegâne çözümdür.