Bir garip seçim süreci daha sonuçlandı...

Bir garip seçim süreci daha sonuçlandı.

Türkiye’de seçimler hemen her zaman “sömürge tipi demokrasi”mizin gariplikleri içinde geçmiştir. Ama şimdi, AKP’nin “ileri demokrasi” düzeni içinde yaşanan (12 Eylül kalıntısı yüzde on barajına ilaveten, başbakan tarafından iki gün önceden çıkacağı açıklanmış telefon dinleme kasetleri, YSK tarafından seçime girmeye hak kazandığı açıklanmış partilerin adaylardan bazılarının askerlik belgeleri eksik diye seçimlere sokulmaması gibi…)  gariplikler hepsini geride bıraktı.

Ama en azından çok partili düzene geçilmesinden bu yana bu kadar “sonucu önceden belli”, (hatta doğrudan parti başkanları veya parti yöneticileri tarafından belirlenmiş adaylardan beş yüz kadarının daha seçimler yapılmadan vekilliğinin bile kesinleştiği bilinen) garip bir seçim olmamıştı. 

Sonuçlar o kadar önceden belliydi ki örneğin “pek radikal” gazetelerimiz bile kendisini “çıkacak sonuçlara göre” yeniden ayarlama ihtiyacını duymuştu.

 ***

Seçimlerin ortaya çıkardığı bir gerçek şu ki, Türkiye’de gerçek örgütlü siyasi güç olarak bir yanda din temelindeki AKP varsa, diğer tarafta da ulusal temelde gelişen Kürt hareketinin bulunduğudur. 

Sonuçta, hemen bütün kamuoyu araştırmacılarının bir hafta önceden ilan ettiği gibi, AKP tek başına iktidarını sürdürebilecek kadar oy alarak seçimi kazanmış oldu. AKP’nin seçime katılanların yüzde ellisine yakın bir oy almış olması, bir bakıma “derelerin kardeşliği” kadar Metin Hoca’yı da, şifreciler kadar yoksulluğu ve işsizliği de, hayatlarımızı kuşatan içi içe geçmiş taassup ve zorbalığı da hiç umursamayan bizim halkımızın çoğunluğunun “hayatından memnun olduğunun” bir ifadesi olarak da görülebilir. Nereden baksanız iç karartıcı bu tablodur bu. 12 Eylülle başlayan mevcut sömürü düzeninin neoliberal yenidünya düzeni doğrultusundaki yeniden inşa sürecinin ulaştığı ideolojik hegemonyanın bir göstergesidir bu. Kuşkusuz toplumu dönüştürmek gibi bir derdi olanlar için kimin kaç milletvekili çıkardığından çok, önemsenmesi gereken burasıdır. Burada bu hegemonyanın oluşmasında yetmezamaevetçi liberallerimizin katkılarına da ufak da olsa bir gönderme yapmadan geçmek olmaz. Bu noktada kimse “güçleri ne kadar ki” diye bu katkıyı küçümsemeye kalkmamalıdır; çünkü eski sözdür, “sinek küçüktür ama mide bulandırır.”

***

Her şeye rağmen AKP’nin tek başına anayasa değiştirme imkanı kazanamamış olması bir teselli noktası olarak görülüyor.

Öncelikle söyleyelim ki bu gün Türkiye’nin 12 Eylül faşizmini ürünü bir anayasayla idare ediliyor olması elbette önemli bir sorundur.  12 Eylülden bu güne kadar bütün sermaye partileri, bu güne kadar ülkemizin gördüğü en karanlık faşist dönemin kalıntısı olan bu anayasanın gölgesinde hükümet etmeyi içlerine sindirebildiler. Bütün o partilerin ve askeri darbe rejimlerinin kucağında beslenip büyütülerek bu günlere getirilen ve uluslar arası sermayenin ve emperyalizmin büyük gücünü de arkasına alan AKP de yaklaşık on yıldır aynı şekilde hükümet ediyor.

Bu yüzden bu gün AKP tarafından gündeme getirilen “yeni anayasa” ihtiyacının öyle demokrasiyle, özgürlükle ilgisinin olmadığı ne kadar açıksa, yapılmak istenenin büyük ölçüde tamamlanmış olan yeni (neoliberal) serbest piyasa düzeninin anayasal bir statüye kavuşturulma çabalarından ibaret olduğu da o kadar ortadadır.

***

Bir önemli teselli noktası Kürt hareketinin örgütlediği halk muhalefetinin seçimlerde elde ettiği başarıdır. Seçimlerde ortaya çıkan bir gerçek bu gün Seçilenler arasında dinci-ulusalcı adayların yanı sıra altmışlı yılların Dev- Genç başkanının da olması, buralara gelirken Mahir’lerin Deniz’lerin açtığı umut kapılarından geçildiğinin de bir hatırlanmasıdır belki.

Bu yüzden, her hareketleriyle nasıl bir zorbaya dönüştüklerini göstermekten geri kalmayan iktidarla bir şiddet sarmalı içinde uzlaşmaktan çok, toplumsal bir barış zeminini güçlendirecek yolları aramak, belki bu teselli noktasını büyük acılar yaşamış halklarımız için bir yeni umut kapısına götürebilecektir.

***

Bu seçim sonuçları da bir kere daha gösteriyor ki gerçek bir devrimci değişim süreci ancak halkın örgütlü mücadelesi üzerinden geliştirilebilir. Bu yüzden her şeyden önce yapılması gereken solun toplumsal/sınıfsal zeminlerde güç kazanmasına dönük çabasını ısrar ve kararlılıkla sürdürmesidir.

Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakar ideolojik hegemonyanın kırılması için çok daha ciddi ve daha sistemli bir mücadelenin gerekli olduğu ortadadır.

Yani demem o ki, “önümüzde daha çok zor ve zevkli mücadele günleri bizi bekliyor!”

Kimse mızıkçılık yapmasın, bu abluka dağıtılacaksa eğer, başka yolu yok!

Haydi İbo, sen de duy sesimizi, uyan artık!