Doğduğum günden beri diyemem ama kendimi bildim bileli yaşamı, yaşamımı, yaptıklarımı, ilişkilerimi, doğrularımı, yanlışlarımı, sevaplarımı, günahlarımı sorgulayan biriyim. Eleştiri ve özeleştiri; büyümem, gelişmem ve olgunlaşmam için olmazsa olmazlarımdır.

“Hayır” sözcüğünü ne duymaktan ne de söylemekten sıkıntı duymadım hiç. Zira bu olumsuz gibi görünen sözcüğün sınırlarımızı çizdiğini, koruduğunu düşünürüm. Şiddet içermediği sürece her türlü inanca, eyleme, düşünceye, ideolojiye saygı duyarım. Bu yüzden hoşgörülü biri sayılabilirim.

Bu yaşıma kadar kimseyle fiziksel olarak kavga etmediğim canını acıtmadığım için de hümanist birisi olarak da gösterilebilirim. Her sorunu uzlaşmayla, tartışmayla, konuşmakla, dinlemekle çözmeye çalışırım. Sanırım öleceğini bilerek yaşayan tek canlı olduğumuz için de misafir olduğumuz bu süre zarfında hep bir anlam katmaya çalışırım yaşama. Belki de üç üniversite okumama rağmen müziği seçmemdeki en önemli etken budur. Çünkü söyleyecek sözüm vardı, var. Aşka dair, ayrılığa dair, eşitsizliğe dair, özgürlüğe dair, sevgiye dair…

Hiçbir zaman hiçbir şarkımı bir albüme girsin, reklamı yapılsın, pazarlansın, çok satsın ben de refah içinde yaşayayım diye yapmadım. İçimden geldiği için yaptım. Belki de bu yüzden şu anda Türkiye’deki müzisyenlerin çektiği ekonomik sıkıntıyı ben de çekiyorum. Ama inandıklarımı savunmayı, yanlışa yanlış demeyi “kral çıplak” diye haykırmayı paranın kölesi olmaya tercih ettiğim için de çok mutluyum.

Bir daha dünyaya gelsem yine böyle biri olmayı isterdim. Çocuklarıma bırakılacak en büyük mirasın evler, arabalar, yazlıklar değil tertemiz bir soyadı bırakmak olduğunu bilerek bu yönde gayret ettim hep. 40 yıla yaklaşan bir müzik hayatım var. Üzülerek söylemeliyim ki hayatımın hiçbir döneminde başkaları adına bu kadar utandığım, üzüldüğüm bir dönem olmamıştı.

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” duyarsızlığıyla bazı insanlar hayatını sürdürebilir ama sanatla uğraşan insanların adaletsizliğe, hukuksuzluğa, zorbalığa, şiddete, özgürlüklerin yok sayılmasına sessiz kalması inanılır gibi değil.

Metin Akpınar’ın ifade vermeye giderken yürüyüşü, oğlunu Çorlu tren kazasında kaybeden Mısra Öz’ün feryadı, şehit düşen Uzman Çavuş Gökhan Kılıç’ın babasının haberi duyduğu andaki bakışı, maden ocağında hayatını kaybeden Tezcan Gökçe’nin babası Recep Gökçe’nin ayağındaki lastik ayakkabı hiç mi rahatsız etmiyor sizleri?

“Sen şarkını söylemene bak! İşini yap. Bu olan bitenlere sessiz kal…” diyen ve de ülkeyi bu hale getiren zihniyete hizmet etmeye, onların paralı askeri olmaya devam mı edeceksin? Hâlâ savaşı yüceltmeyi kutsallık sayanlara göz mü yumacaksın?
Askerden kaçmak için her yolu deneyip polis zoruyla vatani görevini -askeri hapishanede de yatarak- bedelli yapıp beş parasız kalınca “Beni de orduya alın” diyen vatanseverlerden mi olacaksın?

Tarikat yurtlarında olan bitene sessiz kalıp, her türlü sapıklığa sapkınlığa karşı çıkmayıp cinci hocalarla aynı iftar sofrasında oruç açan o dindarlardan mı olacaksın?

Geçmişinde yaptığın şarkıları türküleri, çektiğin filmleri, birlikte yoldaşlık yaptığın arkadaşlarını, Hrant Dink’in anma gününde, kortejin en önünde kol kola yürüdüğün dostlarının ihbarcısı mı olacaksın?

İçinde hala bir nebze sanatçılık varsa belki Nâzım’ın bu şiiri kendine getirir seni kardeşim…

“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep
gibi.

Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi
korkunçsun, kardeşim.

Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın
salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan
içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm
gibi eziliyorsak kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım
kardeşim!”
Nâzım Hikmet Ran