“Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum, çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi” derken de haklıdır Camus. Okulun ‘bastıbacak’ lakaplı kalecisi, çok sevdiği futbolu veremden yediği gol sebebiyle bırakmak zorunda kalacaktır

Başkaldırıyorum, öyleyse varız!

ONUR BEHRAMOĞLU - @onurbehramoglu

“Kırbaçlama bitmiş fakat Qasimodo için henüz her şey bitmemişti… bir saatlik teşhir cezasını da çekmesi lazımdı. Hepsi Jan Comenius’un eski fizyolojik ve psikolojik sözcük oyununu haklı çıkarmak uğruna: Surdus absurdus. Böylece, kum saatini ters çevirdiler ve adaletin tam anlamıyla yerine gelmesi için kamburu çarkın üstünde bağlı bıraktılar.”

Hizmetçilik yaparak kendisini okutan annesi sağır ve hemen hemen dilsizdi, bir yaşında babasız kalmış Albert Camus’nün. Surdus absurdus! Öyle diyordu Hugo, Notre Dame’ın Kamburu’na yapılan işkenceleri anlatırken. Sağır, absürttür. Latince ‘sağır’ demektir ‘surdus’, ‘absürt’ sözcüğü ondan türemiştir. Adı bu sözcükle anılan Camus’nün annesinin sağır olması tesadüf mü? Sözcüğü ‘saçma’ ya da ‘usdışı’ diye çevirmek doğru mu peki? ‘Akla sığmayan’dır absürt, belki aklımız yetersizdir, belki yeni bir akıl gerekmektedir bize, çiçeklerden, şarkılardan, aşklardan, yağmurun arkadaşlığından, geceleri bastıran kederden, “bir yavru kuşun acele tüylenişinden” bir akıl. Akla sığmayan absürtte, sorunların özüne, bilinçaltının derinliklerine inen bilinçli bir tutum, sahici bir akılcılık var oysa. Dondurulup çarpıtılmış, alışkanlıklarla geleneklerin cenderesinde kapana kısılmış gündelik yaşantı ile ‘Hayat’ arasındaki uyumsuzluktur absürtün konusu. Sağır, saçma ya da usdışı değil, uyumsuzdur absürt. Dışarıdaki seslerin dağdağasından uzak, o sesleri duymadığı için alışılmış tepkileri veremeyen, kendi iç sesinin hakikatine yaklaşandır sağır. Surdus absurdus! Hakikate yaklaşmanın yüce uyumsuzluğu! Kendi sıradanlığımızın çarkına bağlayarak kırbaçladığımız, teşhir ettiğimiz büyük uyumsuzları, dünyanın…

“Güzellik var, bir de aşağılananlar” dediğinde başlar her şey, ikisine de sadık kalmaya söz verdiğinde, Camus. Annesi ve görme-konuşma özürlü dayısıyla yaşadığı Cezayir’in yoksul mahallelerinde öğrenir güzelliği ve aşağılananları: Çocukluğun bir ömür uğuldayan kadim bilgisiyle, “insanların dertli yüreğini dünyanın ilkbaharlarıyla uzlaştırmaya” adanacaktır.

Savaşta öldürülen babasının kafasını parçalayan şarapnelin bir parçasını göndermiştir devlet, acı ve sabır dışındaki her şeyden habersiz, “tatlı bir boyun eğişten ibaret” annesine. “Absürtü ele alırken bir metot arıyordum, doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum” demiştir Camus. Sistemli bir şüphe için, babasının kafasını parçalamış şarapneli gönderen devlete maruz kalması yeterlidir, devlet gibi düşünüp hareket eden ‘aydın’ların ideolojiler ardına gizlenmiş güç tutkularını sezmesi yeterli. Evinde göz hapsinde tutulan Pasternak’a Nobel verilmesi için mücadele eden de odur, kendi Nobel ödül konuşmasında “Yazar, tarih yapanların değil, tarihten zarar görenlerin hizmetindedir” diyen de. Louis Germain’e mektup yazar ödülden sonra; haberi duyduğunda annesinden sonra ilk aklına gelen, yoksulluğundan dolayı okulu bırakmak zorunda kalmak üzereyken okumasını sağlayan öğretmenine: “O zamanki küçük ve fakir halime uzattığınız eliniz olmasa…”

“Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum, çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi” derken de haklıdır Camus. Okulun ‘bastıbacak’ lakaplı kalecisi, çok sevdiği futbolu veremden yediği gol sebebiyle bırakmak zorunda kalacaktır. Aşkla tutulduğu ilk eşi eroin bağımlılığından kurtulamayıp kendini ve Camus’yü yıkmaya giriştiğinde ayrılığı kabullenecek ya da belki hiçbir zaman kabullenemeyip şunları yazacaktır: “Tüm yaşamım boyunca, birine bağlanır bağlanmaz, geri çekilmesi için her şeyi yaptım. Sevdiğim ve sadakatle bağlandığım ilk varlık, uyuşturucu ve ihanet içinde elimden uçtu. Belki de birçok şey bundan kaynaklandı, gururdan, yeniden acı çekme korkusundan.” İkinci eşi, ikizlerinin annesi, matematikçi ve piyanist Francine Faure ile bebekleri için yemek karnesi istediklerinde, “Gerek yok, birisi ölebilir” yanıtını almayı da beklememiştir belki Camus, gencecik yaşında araba kazasında ölmeyi de.

“Doğuştan içimde taşıdığım bir sezgi ışığına bağlıyım. Oldum olası içimde biri, bütün gücüyle, hiç kimse olmamaya çalışıyor.” Öğretilerin yüksek kürsüsünden konuşanlarla, kendisinin var gücüyle uğraşıp çözemediği sorunları birkaç satırla kestirip atanlarla, olaylara değil kurama göre yargılayanlarla bir ömür kavga edenin can dostu elbette bir şair olacaktır: René Char. Can dostu şair olanın, ahlakı da sahici olacaktır elbet: “Sıkıntıda vardı, şan şerefte de olmalı” diyerek, kendisine dargın eşi Francine ile birlikte Nobel törenine gitmiş, Nobel Akademisi’nin onların yol masraflarını ödemesi için gerekçe göremediğinden çocuklarını İsveç’e götürmemiştir.

“Kimse ne olduğunu söyleyemez. Ama, ne olmadığını söylediği olur. Hiçbir insan, hiçbir zaman, kendini olduğu gibi anlatmayı göze alamaz.” İyi eğitimli burjuva Sartre’ın antitezi bir sokak serserisidir, öyle görüldüğünü bilir. Başını sokacak yeri ve kitapları varsa, her şeyi vardır ona göre. Kızına son yaş günü hediyesi güzel bir çalışma masası; hastalandığında aldığı ise, Teppaz marka pikaptır. Hiç müzik dinleyememiş annesidir her an kalbini dağlayan, hayatın müziğini hiç dinleyememişler için kendini tüketircesine yazmak, mücadele etmek, savaşmaktır. Çünkü “İlk işimiz umutsuzluğa düşmemek. Trajik bir devirde olduğumuz doğru ama trajik, felakete savrulan zorlu bir tekme olmalıdır.”

Sartre, Beauvoir, Lacan, Picasso ile fotoğraflarında objektife değil önündeki köpeğe, bir köpeğin gözlerinde “cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar”a bakan, düşünceye indirgenemeyen o amansız insan sıcaklığıyla harlanan Aziz Camus. Babaannesi onu kamçıyla döverken, neredeyse yalnızca bedeniyle konuşabilen annesi, “Kafasına vurma!” diyebilirmiş sadece. “Başkaldırıyorum, öyleyse varım!” değil, “Başkaldırıyorum, öyleyse varız!” diye haykırarak kişisel hıncı aşan insan böyle doğmuş işte. “Küçüktüm ama çevresindeki saldırganlığı seziyordum. Sovyetler Birliği’ne dokunma hakkınız yoktu. Susuluyordu. Babam konuşmaya karar vermişti” diyen kızı, “Üzgün müsün baba?” diye sorduğunda, “Hayır, yalnızım” diyen Camus böyle doğmuş.