O kuş uçmaz, kervan geçmez, harita yazmaz mahzun dağlarda, dardakinin, kafilesinden ayrılanın ya da sabah vaktinde sarı yıldızı kaybedenin umudu Xızır idi. Bu zat, ne kadındı ne erkek, ne batındaydı ne zahirde, ne toktu ne aç, hususiyetleri bir parça yaratıcıyı andırırdı. Söylemesi xırap olmasın, ulu yaratıcının bir gün onu huzuruna çağırdığı, geç kalan Xızır’a tam […]

O kuş uçmaz, kervan geçmez, harita yazmaz mahzun dağlarda, dardakinin, kafilesinden ayrılanın ya da sabah vaktinde sarı yıldızı kaybedenin umudu Xızır idi. Bu zat, ne kadındı ne erkek, ne batındaydı ne zahirde, ne toktu ne aç, hususiyetleri bir parça yaratıcıyı andırırdı. Söylemesi xırap olmasın, ulu yaratıcının bir gün onu huzuruna çağırdığı, geç kalan Xızır’a tam fırçayı atacakken, deniz ortasında bir gemiyi kurtarmakla uğraştığı için geciktiğini öğrendiğinde onu affettiği söylenirdi.

Ama bu bizim kudreti bitmez Xızır’ın da benzetileceği biri olacaktı; o bir zaman sonra Piyê Bêkêsu (Kimsesizlerin Babası) diye anıldı. Fırtınalar içinde batmaya ramak kalmış o yalnız geminin yolcularını kurtardığı için koca Tanrı’nın bile haset ettiği Xızır, küçük bir aile babasına, çoluğuna çocuğuna ekmek götürmek derdi dışında bir meşguliyeti olmayan meçhul bir adama benzetilmişti.

Xızır’ın başına gelen bu iş, günümüz dünyasında baba figürü düşünüldüğünde, pek çok toplumun başına -ama tersinden- gelmiş olabilir. Otorite ve güç figürü olan bu eski babadan, bugün geride ne kaldığı tartışma konusudur. Babaların egemenliğine en büyük darbeyi ‘68 Kuşağı vurdu, onun ev içindeki hükümranlığı büyük yara aldı. Ama baba olmaya heveslenenler günümüzde de çoktur.

Bundan çok değil otuz kırk yıl evvel devlet baba figürü vardı. Hastane, ilk, orta, lise ve hatta üniversite, içtiğimiz su parasızdı; uzun zaman geçtikten sonra sosyal güvenlik kurumunu özelleştirmeyi kafasına koyan bir kadın başbakan, bu işi kotardığı gün -ve hiç arlanmadan- “biz, son sosyalist devleti yıktık” diye övünmüştü. Tıpkı Xızır gibi sosyal olana, sosyaliste de demek baba deniliyormuş.

Bu devlete güzelleme de alıp başını gitmişti, mesela Attila İlhan makalelerinde işkence yapan polisin bile yeri geldiğinde dövdüğü gençlere babalık yaptığından bahsederdi. O zamanlar, sinemanın babası -Baba diye efsanevi bir filmi de olan- Yılmaz Güney, siyasetin Demirel, kabadayıların ise -Yılmaz babanın Selimiye arkadaşı- Dündar Kılıç’tı, ama o yıllar geride kaldı çoktan.

Ama iyinin yanı sıra -hatta ondan da çok- kötüye baba denilmiştir. Demirel’in sembolize ettiği bir ölçüde toleranslı, komik ve şapkasıyla alay edilebilen baba figürünün yerini uzun zamandır almış olan Erdoğan, toplumun güçlü bir babaya duyduğu özlemin, aslında güçlü bir diktatöre özlem anlamına geldiğini de ortaya koyuyor. O yüzden bağırıyor, çağırıyor, içeri attırıyor, KHK ile mesleğinden atıyor, binlerce gariban babanın üç dört nüfustan ibaret hanesini berhava ediyor.

İşsizlik, açlık, sosyal güvencesizlik, KHK korkusu, hapishane korkusu, cezalandırma korkusu, tarihte her zaman ve her yerde bir tirana özlem duymaya yol açmıştır. Bizdeki, ona samimiyetle gönül vermişlere bile güvenmiyor; on binden fazla evladına karşı açtığı davayla otoriterliğini canlı tutmaya çalışıyor.

Ama onun da devrinde son demler başladı; en başta yakınında bulunanlar otoritesini durmadan sorguluyor, işten attığı başbakanı, gözetime aldığı eski cumhurbaşkanı, en küçük tökezlemede gizlendikleri köşelerinden hemen başlarını kaldırıyorlar. Ülke ekonomisi yerlebir, bırakın muhalifleri başkanın öz çocukları aç, nitekim artık kameralar önünde bile konuşabiliyorlar, kamu borçları ve bütçe açıkları epeydir rekorlar kırıyor. Rusya ve Amerika arasında oynadığı güçlü adam oyununda da sona geldi, Mısır’daki kaderdaşı geçen gün elveda dedi, bir kaç gün sonra da siyasette ilk adımlarını attığı en büyük şehri yitirecek; demek ki tehdit, korkutma ve demagojiyle buraya kadarmış. Ülkemin güzel günleri önümüzde, başkan babanın sonbaharı karşımızda.