PKK, çeyrek yüzyıl evvel “asimilasyonu yayıyor” diyerek öğretmenleri kurşuna diziyor, iş makinelerini ve okulları ateşe veriyor, günde beş on liralık satış yapan esnafa, işyerinin değerinden daha fazla “vergi cezası” kesiyordu. Bu can yakıcı ağır “eylemlere” tepkiler gelince, homurtular başlayınca, “örgüt iyi, iyi ama şu kuryeler var ya, onlar yukarıya hep yanlış bilgi veriyor hewal” söylentisi […]

PKK, çeyrek yüzyıl evvel “asimilasyonu yayıyor” diyerek öğretmenleri kurşuna diziyor, iş makinelerini ve okulları ateşe veriyor, günde beş on liralık satış yapan esnafa, işyerinin değerinden daha fazla “vergi cezası” kesiyordu.

Bu can yakıcı ağır “eylemlere” tepkiler gelince, homurtular başlayınca, “örgüt iyi, iyi ama şu kuryeler var ya, onlar yukarıya hep yanlış bilgi veriyor hewal” söylentisi piyasaya yayılıyordu (Halbuki bizzat örgütün yöneticileri, “bu savaştır, savaşta her şey olur, kurşun adres sormaz” gibi laflar ediyordu). Kurye dedikleri, şehirde yaşayan, genellikle gönüllü olarak örgüte haber, bilgi ve malzeme taşıyan, bunun karşılığında genellikle “yolunu bulan”, örgütün bir parçasını oluşturan kişilerdi. Bu propagandaya göre örgüt “iyi”, ama “çevresi” kötüydü.

Kellesi alınmış vezirler Osmanlı tarihinin başka bir kara sayfasını teşkil eder. Şehzadeler, biraderler, memedeki bebelerin katledildiği Nizam-ı Âlem savaşları pek ünlüydü ama bu adsız-sansız vezirlerin kalın bir iple boğdurulmalarının sebebi apaçık yönetimdeki tıkanma ve krizlerdi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi padişahımız sümme haşa hatadan arınmıştı, ne musibet varsa hep bu işbilmez vezirlerdendi. Sizin anlayacağınız padişahımız “iyi”, ama veziri “kötü” idi.

Bir yerde liderlik art arda hata yaptı mı, işler kötüye gitti mi, krizler kronikleşmeye başladı mı, şöyle bir propaganda çarkı çalışmaya başlar: “Liderliğimiz yanıltıldı”, “etrafı dalkavuklarla çevrili”, “kendisi hep övülüyor, gözlerinin gerçeği görmesi engelleniyor”, “o, çevresinden bir süredir eleştirel sesleri duyamıyor.” Bu sözler, hepsi bir sistemi ve elbette o sistemin başındakileri aklamayı amaçlar. Bu söylemin sahipleri de genelde yönetimin bir parçası olanlar, aynı kaptan beslenenlerdir.

İmparatorluklardan Anayasal düzene, faşist diktatörlüklerden liberal sistemlere, dağdaki silahlı örgütten bir işkolunda örgütlenmiş küçük bir sendikaya dek, her yerde hesap vermek istemeyenler, hesap sormak isteyenlere şu cevabı verirler: “Aslında kral/başkan/lider iyidir, varsa yanlışlığın veya kötülüğün kaynağı filanca kişilerdir.”
23 Haziran, anamuhalefet partisi CHP’nin adayı İmamoğlu’nun zaferiyle sona erdi. Ekrem, kendisinin de ummadığı büyük bir farkla, İstanbul Belediye Başkanı seçildi. Seçim sonuçları, anında geniş tartışmaları alevlendirdi.

Herkes biliyor ki seçimlerde ne Binali Yıldırım yarıştı, ne de ortada AKP denen bir parti var. Tüm yarışı en baştan bizzat kendisi başlatan ve sürdüren Erdoğan, seçimin de apaçık mağlubu. Ama onu ve kişisel/ailesel egemenliğini, tek adam diktatörlüğünü aklamak isteyenler propagandaya, “o gece” başladı: “Seçimi Pelikan kaybettirdi”, “a Haber ve atv yayınları seçmeni kızdırdı”, “damat alınırsa ekonomi düzelir”, “reisin etrafını kuşattılar”, “reisin gerçeği görmesini engelliyorlar”.

Bu lafları edenler, reisin en yakınındakiler, yıllardır reisten beslenenler, henüz 1 yaşında iflas etmiş başkanlık rejiminin parçaları, en has sahipleri, en baştan beri de tüm suçları beraber işleyenler. Biricik amaçları, parçası oldukları sömürü, rant ve ahlaksızlık rejimini ayakta tutmak. Reise sarılmaları da, “sevgi” veya “sadakat”ten değil, tamamıyla kendi çıkarlarından.