İlk bakışta ne kadar da masumane bir kelime olarak duruyor!

“Ama” diye, söze girip arkasını getirmeye başlayınca o kadar da masum olmadığı çok net olarak ortaya çıkıyor.

‘Başkanım’ sözcüğü başlı başına bir itaati resmeder. Saygıya dayalı bir sadakat değil, kaygı ile korku karışımı bir tedirginliğin dışa vurumudur. Narsisizmin özel bir türünün izahıdır.

Spor kulüplerinde bu durumu incelediğimizde ortaya karışık bir menü çıkıyor. Menü tam olarak ‘Şeyh uçmaz müritler uçurur’ deyiminin orta noktasıdır.

Dernek statüsünde yönetilen bizim spor kulüplerinde başkanlar (şeyh) patron değildir. Yani, parasıyla çoğunluk hisselerini satın almış ve yönetim kurulunda çoğunluğu sağlamış bir kimlik değildir. Genel kurulda, üyelerin (müritlerin) en fazla oyunu alarak seçilen kişidir. Ortaya koyduğu bir kapital yok, aksi gibi! Yüz yıllarca emek sonucu ortaya çıkmış bir kapitali yönetmek için görev talep ederler. Ne kadar kutsal talep değil mi? Üstelik işinden gücünden de fedakârlık ediyor!

Tabii şu ayrım çok önemli; patron koyduğu sermaye sonucu sahip olduğu işin başında durur ve yanında çalışanlar hiyerarşik yapıya göre maaş ile çalışıp işin başarılı olmasını ve şirketin kâr etmesini sağlar. Ve patronluk süresini kendi belirler. Kulüplerde ise başkanın arkasında duran kişiler ve çalışan çoğunluk, patronlu şirketten ayrı bir beklentiyle çalışırlar. Çünkü patronun arkasında çıkar değil, kâr odaklı işin başarısı vardır, başkanın arkasında ise önce beklentiyle kişisel çıkarlar vardır, sonra başkana itaat vardır. Kâr diye bir amaç olmaz. Hani amaç gibi görünen sportif başarı da gelirse hiç fena olmaz! Ve sürelidir başkanlık.

Bu ayrım önemli… Çünkü her kulüp başkanı anlamsız bir şekilde kendini patron zannediyor.

Bunu yayalım lütfen!

Gelelim can alıcı noktaya:
Bizdeki başkanların hepsinin dışarıda asli bir mesleği ve görevi vardır. Başkanlıkları işlerinden ayrı bir statüde çalışır. Doktor, müteahhit, otelci, tüpçü, fayansçı… gibi meslekler grubundan gelen başkanlar nedense sonraları başkanlığı meslekleri yapmaya çalışırlar ki bu görev fahri görevdir!

Hiçbiri spor yönetimiyle ilgili bir eğitim almamıştır. Kendi edindikleri hasbelkader alıntılarıyla ve en tehlikelisi; kendi mesleki donanımlarındaki birtakım kurallarla spor yöneticiliği yaparlar. Burjuva kültürüne sahip olmayan bu yapıdaki adayların tamamı esnaf kültüründen geliyor. Tüm dayanaklarının içi boştur.

Tabii bu boşluğu dolduracak çok büyük bir tehlike vardır: ‘Ego.’

Yıllarca sportif alanda hiçbir etkinlik içine girebilecek yetenekleri oluşmamış veya denemiş ama başaramamış bu kişiler, ellerine geçirdikleri bu olanakla tüm egolarının zıvanadan çıkmasına izin verirler.

İşte bu egoların ortaya çıktığı an ‘başkanım’ sözcüğünün kullanıldığı zaman dilimidir. Ve bunun geçerli olduğu alanlardır. Yani kulübe ait her yer…

Kulübün kapısının önüne gelip arabadan indikten sonra, kapıdan içeri adım atmasıyla beraber, arkadan ‘başkanım hoş geldiniz’ cümlesiyle dışarıdaki sıradanlaşmış insan hüviyeti, burada tek adam hüviyetine dönüşerek bastırılmış ve zaman zaman ezilmiş tüm yaşam kırıntıları intikamı alırcasına egoları tavan yapar. Kurşun namluya sürülür…
Egoların nitelik kazanması ancak onların cisimleştirilerek bir kimlik kazanmasıyla oluşur. Bu süreç genel kurul üyelerinin büyük çoğunluğuyla başlayarak, yönetim kurulu ve tüm çalışanlar üzerinden (çok az istisna vardır) cisimleşmesiyle gerçekleşir. Ego kimlik bulur.

Kulübün kurumsallaşması diye bir kavramın tartışılmasına bile tahammül edemezler. Tek adam itaatinin sistem olarak benimsenmesini her şekilde geçerli kılarlar.

Tabii bu sistemin işlemesi için ve uygulamak için iki başlıklı mekanizmaya ihtiyaç vardır: Connecting Peopels (ispiyoncular) ve broker (komisyoncular)!

İspiyoncuların çalışma alanı akıllı telefonlar çıktığından beri WhatsApp’tır. Komisyoncuların çalışma alanı ise yemek masalarıdır. İspiyoncuların en birinci sırdaşına en iyi mevki ve en iyi maaş verilir, diğerleri ise hiyerarşik yapılarına göre sıradan mevki, maaş ve bahşişe fit olurlar. Komisyoncular ise daha komplike şekilde bir beklenti pazarlığındaki özel yemeklere ve bazen de beklentinin çapsızlığına göre bir kadehe fit olurlar.

İspiyoncuların tek amacı, sadakat ile bağımlılığın devam etmesidir. Zaman içinde geri dönüşümler yüklü miktarda olunca da ispiyonların dozajını azgın bir şekilde artırırlar. Komisyoncuların işbirliği ise karşılıklı beklenti üzerinedir. Başkan ile kurdukları diyalogdan kazanç gelince yalan dozajını başkan lehine azdırırlar. Komisyoncuların tehlikesi ise beklentileri karşılanmazsa yalanı başkanın aleyhine döndürmeleridir. Başkan bu gruba ayrı özen gösterip nemalarından mahrum etmemeye çalışır. Çünkü bunların manipülasyonlarına ihtiyacı vardır.

Sistematik bu yapının herkes tarafından kabulüyle başkan, iyice ‘iktidar’ hırsı girdabına girip ‘güç zehirlenmesi’ safhasına geçer. Bu safha, özgüvenin sınırları aştığı bir safhayı oluşturur ki, bu safhada artık hataların ve iktidar gücünün zararlarının yaşatıldığı seviye olur. Narsisizm artık kimlik bulmuştur. Bundan sonrası tufandır.

Yüz yıllık, seksen yıllık profesyonel ve amatör bütün kulüpler bu tehlikenin altında yönetilmeye devam ederken, bizlerin kurumsallaşmadan, liglerden, şampiyonalardan, turnuvalardan, yabancı sayısından, altyapıdan, finansal girdiden, sponsorlardan, menajerlerden, imza parasından, ipoteklerden, abartılı bonservis parasından, zarardan ve borçlardan söz etme cesaretini göstermemiz büyük bir saçmalık olur.

O arabadan inip, kulüpten içeri girdikleri anda yaşadıkları sosyal mastürbasyonu tarif etmek imkânsızdır. Sanki, Freud’un bilinçaltını, buzdağın altındaki bölümü izah eder.

Yoksa; doktor olmuş, fayansçı olmuş, tüpçü olmuş, müteahhit olmuş hiçbir ehemmiyeti yoktur bu duygunun karşısında.