Hollywood, başkan ve adamlarının gerçeklerin ört bas edilmesi ya da sahte-gerçeklerin yaratılması konusundaki maharetlerini işleyen epeyce film yaptı. Bizim gibi ülkelerde hiç rastlanmayan bir tür olarak, Hollywood’un bu konudaki örneklerini takdir etmemek mümkün değil. 1997 tarihli, Barry Levinson’un yönettiği, Robert de Niro ile Dustin Hoffman’ın başrollerini oynadığı, özgün adı “Wag The Dog” (dünyanın tersine döndüğünü anlatan bir deyim) olan ve iğneleyiciliği kadar ironisi de yerinde film de bunlardan biri.

Filmin hikâyesi, yalnız bir gerçeğin saklanması veya uydurulması konusuna değil, yönetimlerin halkı manipüle etme gücünün nerelere varacağını gösterme üzerine odaklandığından benzerlerinden epeyce ayrılmakta. Bu nedenle filmin, günümüz dünyasında şurada veya burada milyonların hatta milyarların duygu ve düşüncelerini etkilemek açısından gerçeklerle nasıl oynanabildiği, nasıl sanal bir dünya yaratılabildiğini göstermesi açısından önemli bir yeri var.

Filmin adının da hatırlattığı aşağıdaki sözler, yönetim ile halk arasındaki bu dengesiz ilişkiyi göstermesi açısından ilginç; filmin ana mesajı da burada.

“Bir köpek kuyruğunu neden sallar,
çünkü köpek akıllıdır.
Eğer kuyruk akıllı olsaydı,
Kuyruk köpeği sallardı.”

Bilindiği gibi, yönetimlerin kuyrukları çok, akılları ve araçları fazladır; halkı sallayıp uyutan da onlardır! Burada da başkanın adamları devrededir; üstelik Washington’ın oyunlarına Hollywood’un becerisi de katıldığından, bu ikilinin bir araya gelmesiyle ABD’deki kamuoyunu “kurgusal bir savaşa” inandırmak bile mümkündür!

Seçimlere 11 gün gibi çok az zaman kala ve rakipleri başkanın açığına yakalama çalışırken, Beyaz Saray’ı ziyaret eden kızlardan biri başkanın kendisine cinsel tacizde bulunduğu iddiasında bulunmuş, başkanın etekleri tutuşmuştur. Başkan zaman kazanmak için Çin’i ziyarete karar verirken, sorunun çözümünü yakın adamlarına bırakır. Ne de olsa, ikballeri başkanın ikbaline bağlıdır; bunca yıllık siyaset içinde oyun sahneye koymayı da, skandalı, gafı örtmeyi de bilirler!

Nitekim başkan yardımcısı, becerikli danışmanlarından birini olayı ört bas etmek için görevlendirir. Danışman, kamuoyunun ilgisini skandaldan uzak tutmak için çareyi, “kurgusal bir savaş” çıkarmakta bulur; bunun için Hollywood’un yapımcılarından biriyle anlaşır. Muazzam bir ikili!

İlk sahne, savaştan kaçan bir kadını gösterir (Anne); yüzünde büyük korku, yanında da kedisi vardır. Güya Arnavutluk’ta savaş çıkmış, (ABD ile pek bir işi olmayan Arnavutluk seçilmiştir) insanlar kaçmaya başlamıştır. Tabii, yapay gerçekliği inandırıcı kılmak adına müzik, grafik, efekt ne varsa, hiçbirinden kaçınılmaz.

Yine de hikayenin inandırıcılığını sağlamak kolay değildir; peşi sıra başka senaryolar yazılması gerekir. Bu nedenle, ABD’li bir askerin Arnavutlar tarafından esir alınması hikayesi devreye girer; buna göre yeni çekimler yapılır. Esir düşen askerin görüntüsü yayınlanır televizyonda; üstünde “Dayan, Anne “ yazan bir tişört vardır. Öyle bir yankı uyandırır ki bu görüntü, skandal unutulmakla kalmaz herkes bu sözleri ezberler; askerle dayanışma adına da sokaklardaki ağaçlara ayakkabılar asılır.
Kısacası, milliyetçi duygular tavana vurmuş, amaç sağlanmıştır! Sıra filmin bitirilmesine gelmiştir. İkilinin senaryosu da, esir askerin kurtarılması ve ABD’ye getirilmesiyle son bulacak biçimdedir.

Ne var ki, halkın uğruna seferber olduğu asker aslında uyuşturucudan tecavüze birçok suçu bulunan manyak biridir ve ABD’de bir kasabaya indiklerinde yeniden bir tecavüze kalkıştığından kızın babası tarafından öldürülür. Danışman ve yapımcı şoka girmişlerdir ama profesyoneldir onlar; öyle kolay pes etmezler ve hemen yeni bir senaryo kurgulanır. Bu kez, asker sağ olarak kurtarılamamıştır; ABD’ye cenazesi getirilmektedir! Büyük bir merasimle cenazenin uçaktan indirilişinin çekimi yapılır ve kurgu sonlanır. Ama film bitmez; egosu büyük Hollywood yapımcısı bu başarılı kurgunun isimsiz kahramanı olarak kalmak istemeyince, danışman tarafından öldürülür. Kurgunun sahiciliği böylece güvence altına alınır; tabii başkanın seçilmesi de!...

Bu kadar vahim senaryolar, bu kadar incelikli ve başarılı kurgularla olmasa da, benzerleriyle hemen her ülkede karşılaşıldığını söylemek abartı olmaz. Örneğin Gezi olayları sırasında Kabataş’ta örtülü kadına saldırı ile camide içki içildiğine ilişkin rivayetleri, bu ülkede filme ilişkin kaba bir özenme ya da heveslenme olarak düşünmek mümkün! 15 Temmuz’un her tür özgürlüğün ortadan kaldırılması, Hollanda’daki olayın olayının milliyetçi duyguların galeyana gelmesi için kullanılması da manipülasyonun bizim ülkemize özgü örnekleri!

Bunlara karşı–bir dereceye kadar da olsa- tek panzehrin, haber alma özgürlüğü ile bağımsız basın olduğu ortada ama bizim ülkemizde bu özgürlüğe indirilen darbeler ile “başkanın” medyasının durmadan büyümesi gibi gerçekler var. Bunlara milliyetçilik, dini inanç, etnik kimlik ve benzer duyarlıkları da ekleyince, neden “wag the dog” filmine ancak heveslendiği söylenebilecek senaryoların bile alıcı bulduğu anlaşılabilmekte!

Bunları atlatmak için çabalamaktan başka yolumuz da yok! İlk adım için, hadi “Hayır”lısı!