Liberal demokrasilerde köklü değişikliklerin “toplumsal mutabakatın ürünü olması istenir. Ülkelerin anayasaları, rejimleri, yönetim sistemleri yeniden şekillendirilecekse, bu değişimin demokratik süreçler içinde gerçekleşmesi beklenir. Kuşkusuz bu tür bir ortaklaşma yeni yapıların benimsenip, sahiplenilmesi yani başarısı açısından önemlidir.

Baskın söylem bu yönde olsa da, hakim gerçeklik başka; nadiren bu tür köklü değişiklikler mutabakatların ürünü oluyor. En azından bizim memlekette radikal değişimler kapsamlı müzakere ve mutabakatlardan doğmuyor. Cumhuriyet’in kuruluşu, çok partili hayata geçiş, 1960 ve 1980 askeri müdahaleleri sonrası yapılan tüm düzenlemeler geniş katılımlı müzakerelerden çok, bu dönüşümlerin taşıyıcı güçlerinin damgasını taşıdı.

Türkiye 21. yüzyıla adım atarken, 20 yüzyıla damgasını vuran ulus devlet merkezli siyasal sistem ve rejimde köklü değişim öngören iki siyasal hareketin yükselişine şahit olduk; AKP ve Kürt Siyasal Hareketi. Bir anlamda “bastırılanların geri dönüşü” olarakta görülebilecek bu yükseliş, AKP’yi ulusal, HDP’yi bölgesel/yerel bir iktidar odağı haline getirdi.

Yakın dönemde bu iki gücün, kapalı kapılar ardında da olsa, bir müzakere masası etrafında bir araya gelişine şahit olduk. AKP 2001’den bu yana Anayasa değişikliği gerektirmeyen konularda adım adım hedeflediği dönüşümün dikkate değer bir bölümünü hayata geçirmeyi başardı. Bu çerçevede “çözüm sürecinden” AKP’nin asıl beklentisinin Anayasa değişikliği konusunda Kürt Hareketini desteğini almak olduğu biliniyordu. Öte yandan, Kürt Hareketi’nin de müzakere masasından bazı kalıcı kazanımlarla kalkmak istemesi de anlaşılabilirdi.

Bu konuda bu sürecin dışında kalanların yakıştırması AKP’nin başkanlık sistemini, Kürt Hareketi’nin de özyönetim benzeri bir kazanımı elde edeceği yönündeydi. Bu noktada tarafların o dönemde kafasında nelerin olduğundan bağımsız olarak altı çizilmesi gereken nokta, Başkanlık sistemi ile federalizme öykünen bir yönetim anlayışı arasında bir uyum olduğudur. Diğer bir anlatımla, Başkanlık sistemi açısından, bir zorunluluk olmasa da, en uyumlu yönetsel dizge il-bölge temelli federal yapılardır.

Kafalarda o gün ne vardı bilmiyoruz; lakin 7 Haziran seçimlerinden bir süre önce müzakere masasının dağılmak üzere olduğu anlaşıldı. Önüne gelen anketlerde, AKP’nin oy kaybına işaret eden sonuçlar, seçim öncesinde Erdoğan’ın çözüm sürecini karşısına almasına yol açarken, Demirtaş bu hamleye “seni başkan yaptırmayacağız” diyerek yanıt verdi.

AKP’nin 7 Haziran’da aldığı sonuç Erdoğan’ın milliyetçiliğe dönüş stratejisini daha da güçlendirirken, bu manevra 1 Kasım’da kaybedilen oyların önemli bir bölümünün “yuvaya” dönmesini de sağladı.

7 Haziran öncesinde dağılan müzakere masasının yerinde artık, “komutanların” savaş masası var. Ortaya çıkan durum insan maliyetleriyle trajik, siyasi hesaplarıyla komik bir hale işaret ediyor. Taraflar müzakere masasında ne istiyorlarsa, savaş meydanında da aynısını istemeye devam ediyorlar. Savaşın devam ettiği bir ortamda gidilecek bir referandumda milliyetçi refleks Erdoğan’a bir türlü vazgeçmediği Başkanlığı getirebilir. Hazırlanan değişikliklerden anlaşılıyor ki, böylesi bir durumda, Başkan’ın “aşağıdaki adamları” belediye başkanları değil, atadığı valiler olacak.

Güneydoğu kentlerinin sokaklarında tankların gezdiği, belediye başkanlarının tutuklanıp, belediyelerin yetkilerinin tırpanlandığı bir ortamda, Kürt Hareketi sanki müzakere masasındaymışçasına “herkesi için öz-yönetim” öneriyor. Bu bilinçli iyimser görünümün gerisinde belli ki, Kürt hareketi “büyük kopuşa” ve büyük bedeller ödemeye hazırlanıyor; bu bedelin büyük bölümünün bölge halkı tarafından ödeneceğini de ayrıca not düşmek gerekiyor.

Bu süreç Türkiye’de siyasal sistemi köklü biçimde dönüştürebilecek mi göreceğiz. Lakin bir şey açık, böyle bir dönüşüm olacaksa, bu dönüşüm sadece bir dayatma olmakla kalmayacak; dahası savaş ortamında ve savaş aracılığıyla olacak. Devam edeceğiz...