Türkiye, grevi yasaklayan zorunlu tahkim sisteminden demokratik hak ve özgürlükleri baskı altına alan bir zorunlu tahakküm rejimine sürüklenmek isteniyor. Bu süreci anlatmaya çalışalım…

DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, önce 700 işçinin çalıştığı Asil Çelik işyerinde, ardından da 2 bin 200 işçinin çalıştığı EMİS’e (Elektromekanik Metal İşverenleri Sendikası) bağlı 13 fabrikada grev kararı aldı.

AKP hükümeti, 18 Ocak’ta Asil Çelik’teki grevi, 20 Ocak’ta da EMİS işyerlerindeki grevi “milli güvenliği bozucu nitelikte görüldüğünden” 60 gün süreyle erteledi, daha doğrusu yasakladı. Çünkü grev ertelendikten sonra, süre bitiminde anlaşma olmazsa yeniden greve çıkma imkânı bulunmuyor.

Bu sözleşme, YHK (Yüksek Hakem Kurulu) tarafından bağıtlanıyor. Yani YHK, taraflara zorunlu olarak bir toplu sözleşme anlaşması dikte ediyor. Bu da, grev hakkının kullanılamaması, yasaklanması anlamına geliyor.

Zorunlu tahkim ne demek?
İşte bu sisteme zorunlu tahkim deniyor. Bir kez daha ifade edecek olursak; zorunlu tahkim sistemi, toplu sözleşme sürecinde uyuşmazlık çıkması halinde tarafların, yani özellikle sendikaların grev yoluna başvuramayıp anlaşmazlığın bir hakem ya da YHK tarafından çözümlenmesi ve tarafların bu karara uyması demektir.

Bir Yargıtay daire başkanının başkanlığındaki 8 kişilik YHK’de hükümet ve işveren kanadı ağırlıklı bulunuyor. 15 yıllık AKP döneminde, erteleme yoluyla 10 grev yasaklandı. Burada da AKP dönemi ile 12 Eylül askeri darbe dönemi arasındaki benzerliği görebiliriz.

12 Eylül dönemi benzerliği
12 Eylül 1980’de darbe ile iktidara gelen askeri cuntanın yaptığı ilk işlerden biri de, 2364 sayılı yasayla tüm toplu iş uyuşmazlıklarının YHK’ye devredilmesiydi. Askeri cuntanın hüküm sürdüğü 3 yıl boyunca her türlü sendikal faaliyet yasaklandı, grev hakkı kullanılamadı.

Yine askeri cunta döneminde çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasalarla grev ertelemelerinin ardından zorunlu tahkim sürecinin geleceği, yani grev hakkının fiili olarak yasaklanacağı bir sürece girildi. Oysa 1980 öncesinde Bakanlar Kurulu tarafından grev ertelense bile ertelenme süresinin bitiminden sonra grev yeniden başlayabiliyordu.

Danıştay’ın tutumu
Özal (ANAP) döneminde 1991 yılının ocak ayında Körfez krizi sırasında tüm grevler ulusal güvenlik gerekçesiyle ertelendi. Bu erteleme kararıyla 260 işyerinde grev hakkı kullanılamaz hale geldi. Savaş olasılığının arttığı öne sürülerek alınan bu erteleme kararları Danıştay tarafından durduruldu. Yani o koşullarda bile Danıştay, Bakanlar Kurulu’na “genel sağlık ya da milli güvenlik” gerekçesiyle erteleme yetkisi veren kararları uygun bulmadı.
AKP’nin iktidara yeni geldiği 2003 yılında da Kristal-İş Sendikası’nın cam işkolunda aldığı grev kararı önce 8 Aralık 2003 tarihinde “ulusal güvenlik” gerekçesiyle ertelendi. Danıştay, sendikanın başvurusu üzerine yürütmeyi durdurma kararı verdi. Bu kez AKP hükümeti, 14 Şubat 2004 tarihinde “ulusal güvenlik ve genel sağlık” gerekçesiyle grevi bir kez daha erteledi.

Yeni yasada grev erteleme
12 Eylül’den AKP’nin 2012 yılında yeniden düzenlediği 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na kadar geçen dönemde grev erteleme kararlarının büyük bir bölümü Danıştay tarafından iptal edildi. Danıştay, bu dönemde Bakanlar Kurulu’nun grev erteleme kararlarını keyfi, yasaya aykırı, grev hakkının özünü zedeleyici olarak değerlendirdi.

AKP iktidarı, 2012 yılında yeni yasal düzenlemeyi yaparken “Grev ve Lokavtın Ertelenmesi” başlıklı 63. maddeyi askeri cunta dönemindeki 2822 sayılı yasanın ilgili maddesine benzer şekilde düzenledi. Ancak maddede olumsuz bir değişiklik yaparak “Bakanlar Kurulu’nun erteleme kararına karşı Danıştay’a başvurulmasını” öngören eski düzenlemeyi metinden çıkardı. (Kaynak: DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası’nın “6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun Değerlendirilmesi” isimli kitapçığı).

Lastik-İş Sendikası Genel Başkan Danışmanı Üzeyir Ataman tarafından hazırlanan kitapçıkta bu konuya ilişkin olarak şöyle deniliyor:

“Kamu yönetimi hukukunun genel ilkelerinin bir sonucu olarak Danıştay’a başvuru yolunun açık olduğu söylenebilir. Ancak madde, 2822 sayılı yasadan olduğu gibi alınırken bu hükmün çıkarılmış olması soru işaretleri yaratmaktadır.”

Aydınların tavrı
Daha açık bir ifadeyle AKP iktidarı, 12 Eylül askeri cuntasından da daha ağır bir biçimde grev hakkı gaspına olanak sağladı, denebilir. Grev hakkı, çalışanların işveren karşısında isteklerini elde edebilmek için başvuracakları en son çaredir, bu hakkın fiilen kullanılamaz hale getirilmesi toplu pazarlık alanına açık bir müdahaledir.

Nitekim Prof. Dr. Korkut Boratav hocamız başta olmak üzere çok sayıda akademisyen ve aydın, yayımladıkları bir açıklama ile grev yasağını kınadılar ve bu olayı şöyle yorumladılar:

“Uluslararası sözleşmeler, anayasa ve yasalarla güvence altındaki grev hakkı fiilen gasp edilmektedir. Grev hakkı yoksa toplu sözleşme hakkı da ortadan kalkacaktır.”

Zorunlu tahakküme “HAYIR”
Çalışma yaşamının duayen hocalarından 2013 yılında kaybettiğimiz Prof. Dr. Alpaslan Işıklı da, İş Hukuku (2003) isimli kitabında zorunlu tahkimi şu şekilde ifade ediyor:

“Bir ülkede toplu iş uyuşmazlıklarının zorunlu tahkim yoluyla çözüme kavuşturulması, rejim niteliğiyle ilgili önemli bir gösterge oluşturur. Özgür toplu pazarlık kurumuna ve grev hakkına yer tanımayan faşist veya otoriter rejimlerin ortak özelliği çalışma ilişkilerinin zorunlu tahkim yoluyla düzenlenmesidir.”

Görüldüğü gibi “zorunlu tahkim” işçi sınıfı hakları üzerindeki bir dayatmayı, rejim açısından da toplumu “tahakküm” altına almayı amaçlayan bir düzeni simgelemektedir. Bir başkanlık rejimi öngören son Anayasa değişiklikleri de, tüm temel hak ve özgürlükleri baskı ve tahakküm altına almayı amaçlamaktadır. Bu nedenle bir zorunlu tahakküm rejimi olan başkanlık sistemine emekçiler başta olmak üzere tüm toplum kesimlerinin karşı çıkması, “HAYIR” demesi gerekmektedir…