Organlarınız sizin mi? Hiç sanmıyorum. Dünyayı başkasının organlarıyla algılıyoruz. Bedenlerimiz bize ait değil. İktidarların kampanyaları, organ bağış kampanyalarını andırıyor; bedenler, bağışladıkları organlarla donatıldı. Sonra da olup bitenleri kendi gözlerimizle gördüğümüze, kendi kulaklarımızla işittiğimize yemin edebiliyoruz. Tanık olduklarımız, iktidar organlarından nakledilenlerdir; nakledilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Nakledilmiş dünya ile gerçek dünya arasında korkunç bir uçurum var, gördüklerimiz […]

Başkasının organıyla gerdeğe girmek

Organlarınız sizin mi? Hiç sanmıyorum. Dünyayı başkasının organlarıyla algılıyoruz. Bedenlerimiz bize ait değil. İktidarların kampanyaları, organ bağış kampanyalarını andırıyor; bedenler, bağışladıkları organlarla donatıldı. Sonra da olup bitenleri kendi gözlerimizle gördüğümüze, kendi kulaklarımızla işittiğimize yemin edebiliyoruz. Tanık olduklarımız, iktidar organlarından nakledilenlerdir; nakledilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Nakledilmiş dünya ile gerçek dünya arasında korkunç bir uçurum var, gördüklerimiz ve işittiklerimiz ile yaşananlar arasında. Yaşam dünyası algılarımızın dışında kalmıştır. Halk yığınları; iktidarların bağışladığı organlarla yaşatılan devasa gövdeler. M.Ö. 77’de Plinius da bunun farkındaydı: “Sokağa çıkmak için başkasının ayaklarını, etrafımıza bakmak için başkasının gözlerini, insanları selamlamak için başkasının hafızasını kullanıyoruz, hayatta kalmak için başka birine muhtacız – kendimize sakladığımız tek şey hazlarımız” (T. Zeldin, İnsanığın Mahrem Tarihi, Ayrıntı). Zaten hazdan başka bir şey de bırakılmadı bize. Üstelik hazları başkalarının organlarıyla yaşıyoruz. Hazlar, her seferinde bizi akıştan koparıyor ve kapitalizmin meta-haz döngüsüne kapatılıyoruz.

Domenikos Teotokopulos (1541-1614), memleketini, Girit adasını terk etmeseydi, dünyayı başkasının gözleriyle görecek ve başkasının elleriyle resimler yapmayı sürdürecekti. Adadan çıkmasaydı asla tanıyamayacaktı kendini. “Eğer kendinden çıkmazsan, asla bilemezsin kim olduğunu” (Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, İş Bankası). Kural ve alışkanlıkların kapalı dünyasında geleneksel Bizans ikonaları üretecek ve yaşayacağı küçük hazlarla mutlu olacaktı. “Adayı görmen için adayı terk etmen gerekir diyorum, kendimizden kurtulamadığımız sürece kendimizi göremeyiz” (Saramago). Ve adasını terk edip denize açıldığında bedeninin, duyumsama kudretinin neler yapabileceğini keşfetti. Kendi organlarıyla duyumsadı dünyayı ve kendi elleriyle resmetti. Ve elleriyle doğurdu kendisini. Kendi organlarıyla yeryüzüyle gerdeğe girmiş ve içindeki El Greco’yu doğurmuştu. Artık resimlerindeki bedenler, geleneksel temsil dünyasında olduğu gibi katı sınırların içine hapsedilmiş formlar değil, aksine her an biçim değiştirecekmiş gibi duran formlardır. Tuvalleri, denizin dalgalı yüzeyini anımsatır: “Hiç eskiz yapmadan, insan kişiliğini adeta katı sınırlarla çevrelenemeyecek akıcı bir şeymiş gibi boyayı tuvale doğrudan sürme arzusu” ile yolculuklara çıktı (Zeldin).

Yeni doğumlara gebeyiz; ama adayı, nakledilmiş dünyayı terk etmeden, kendi organlarımızla yeryüzüyle gerdeğe girmeden doğuramayız. Bağışladıkları organlarla körleştirildi bedenler; yaşamı değil, sadece ölümü gören ve ölümü yüceltenler. Oysa yaşam sinir uçlarımızda; bedenler yeryüzüne dokunsalar, birden dirilecekler. Algıları köreltilmiş bedenler, iktidar organlarından nakledilenleri deneyim sanıyor. Deneyim, beş duyumuzla yeryüzünü duyumsayabilmektir ve “eğer bir isyan çıkacaksa, bu isyan beş duyudan gelecek (Michel Serres). Matrix filmindeki Cypher da, yitirdiği duyumsama gücünü yeniden kazanınca hain ilan edilmişti: “Bir bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim, biliyor musun? Cehalet mutluluktur.” Bir bedenin neler yapabileceğini hâlâ bilmiyoruz. Ve bilmediğimiz için bedenin bilgeliğini cehalet sanıyoruz. Çünkü dil, adlandıramadığını bilginin dışına öteliyor.

Dilde “bir şeye göndermede bulunuruz, fakat kokunun adı yoktur”. Bu ayın başında yitirdiğimiz Fransız filozof Michel Serres, 1985 tarihli kitabı “Beş Duyu”da, sözcüklerin duyularımız üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu anlatır. Dil, duyumsama gücünü hem örter hem bastırır. “Dilbilimsel okul, koku ve tat duyusu olmayan bir okuldur”. İsyan, adlandırılmamış olandan, dolayısıyla sınıflandırılamayandan gelecek, yani bedenin duyumsama gücünden, “beş duyudan”. İsyan, kendi organlarımızla yeryüzüyle gerdeğe girdiğimizde gerçekleşecek.