Baskıdan mobbinge ‘özel’de hak gasbı
Ülkede özel üniversitelerde öğretim görevlilerine yönelik hak gaspları sürüyor. Akademide yaşanılan sorunları konuştuğumuz VÜDAM Üyesi Saygın’a göre üniversite yönetimleri güvencesizlik duygusunu diri tutuyor.
Deniz Güngör
denizgungor@birgun.netÖğrencilerinden yüz binlerce liralık eğitim ücreti alan özel üniversiteler, bünyelerinde çalışan öğretim görevlerinin haklarını gasbetmeye devam ediyor.
Öğretim görevlileri, yükseköğretimdeki ücret eşitliği kararına karşın düşük ücret dayatması, mobbing, baskı ve işten çıkarılma gibi birçok sorunla karşı karşıya bırakılıyor.
Öğretmen Sendikası Vakıf Üniversiteleri Birimi ve Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM) Üyesi Araştırma Görevlisi Tahsin Mert Saygın ile vakıf üniversitelerindeki öğretim görevlilerinin yaşadığı sorunları konuştuk.
Vakıf üniversitelerinde çalışan öğretim görevlilerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar nelerdir?
Kâr amacıyla yapılan bir üretimin veya bu anlayışla yürütülen süreçlerin birçok durumda insan ve doğa aleyhine doğurduğu sonuçları sıralayabiliriz. Bu anlamıyla üniversiteleri toplum ve doğa için bilimsel bilgi üretiminin yapıldığı, toplumsal faydanın piyasa ilişkilerinin üzerinde tutulduğu ya da tutulması gereken yerler olarak düşünüyoruz. Fakat maalesef Türkiye’deki 208 yükseköğretim kurumunun piyasa koşullarına terk edilmiş 79’unu oluşturan vakıf üniversitelerinin birçoğu ise niteliksel bakımdan oldukça gerilemiş, kötü fiziksel koşullara sahip ve aleni biçimde hukuk dışı uygulamalar-yöntemler benimsemiş kurumlar olarak karşımıza çıkıyor. Vakıf üniversitesi akademisyenlerinin yaşadığı sorunlardan bahsederken içinde olduğumuz bu yapısal durumu akılda tutmamız gerekiyor.
Öğretim görevlileri devlette çalışan meslektaşları ile eşit ücret alamıyor. Yükseköğretim Kurumu’nun (YÖK) düşük maaş baskısına karşın verdiği kararda “net ücret üzerinden eşitlenir” ibaresinin yer almamasının yarattığı belirsizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Eşit ücret" yasasının Nisan 2020'de çıkmasından hemen sonra YÖK, yasayı vakıf üniversitesi sahiplerinin lehine çiğneyen birkaç karara imza attı – ki bir idari kurum olarak yasaları yorumlama yetkisi olmayan YÖK'ün bu yönde "kararlar" açıklaması hukukun en basit işleyiş ilkesine terstir. Bunlardan biri, maaşların eşitleneceği zaman diliminin sözleşmelerin yenileceği aylara öteleyerek yasanın uygulanma zamanını belirleyen(!) bir kararken diğeri de maaş eşitlemesinin brüt ücret üzerinden yapılabileceğini salık veren karardı. Bunların ilki Danıştay tarafından iptal edilirken ikinci kararı geçtiğimiz aylarda YÖK kendisi iptal etti. Bu iptal kararının yazısında, ücretlerin aslında net üzerinden belirlenmesi gerektiği açık bir şekilde ifade edilmedi. Burada bir hinlik olduğu açık; ancak zaten yasanın gerekçesinde belirtilen “mali haklarının eşitlenmesi” ifadesi birçok hukukçu tarafından da belirtildiği üzere net üzerinden eşitlemeye işaret ediyor.
Son zamanlarda vakıf üniversitelerindeki öğretim görevlilerinin sözleşmeleri feshedildiğini görüyoruz. Sözleşme güvencesinin olmaması, öğretim görevlileri için ne gibi sorunlar yaratıyor?
Vakıf üniversitelerinin kamu tüzel kişisi olması, uygulamalarının idari işlem niteliğinde olması, kamu hizmeti yürüten akademisyenlerin birer kamu görevlisi olmaları gibi hukuki gerçekler, vakıf üniversitelerinin hukuksuzca (belli dönemlerde topluca) işten çıkarma yapmalarını engelleyemiyor. Vakıf üniversitesi akademisyenlerinin 4857 sayılı İş Kanunu’na muğlak biçimde bağımlı hale getirilmesi ve hukuk alanındaki yer yer çelişki de yaratan belirsizliklerin giderilmemesi patronların da işine geliyor. Sonuç olarak, işten çıkarmalarla ilgili idari yargıda görülen davaların ezici çoğunluğu çalışan lehine sonuçlansa da enflasyon ile eriyen tazminatların maliyet hesabını yapan kurum sahipleri süreçten kârlı çıkabiliyor. Bu duruma nihai bir son vermek isteyen herkesin bu sebeple sendikalı olması şart.
Üniversitelerde sözleşmeler sadece yılda bir yenileniyor. Bu durumda yılın 6 ayında öğretim görevlileri eski ücrete mahkûm ediyor. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Eğitim-öğretim faaliyeti süreklilik arz eder. Yapılan iş, niteliği itibariyle belirsiz sürelidir. 4857 sayılı İş Kanunu bağlamında dahi belirli süreli iş sözleşmesinin yapılabilmesi için “objektif koşulların varlığı” gerekir. Bu anlamıyla, vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin sözleşmelerinin her sene “yenilenmesi”, yargı makamlarına göre de aslında belirsiz süreli çalışan akademisyenlerin işten çıkarılmasının kılıfını oluşturuyor. Basitçe söyleyelim: sözleşme şartlarında bir değişiklik yapılmadığı sürece her sene sözleşme imzalamanın bir geçerliliği yok.
Maaş ise bilindiği üzere devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlere yapılan zammın zamanı ve miktarı itibariyle denk olmak durumunda. Yani sözleşmeye imza atılan tarihin, alınacak ücretin miktarı veya zam dönemi üzerinde bir bağlayıcılığı yok. Zamanın çoğunda kanunen sahip olduğumuz hakların gasbedilmesini engellemeye çalışıyoruz. Mücadelemizin kazanımları, son birkaç yılda birçok vakıf üniversitesinin akademisyen ücretlerini yasanın ön gördüğüne çok yakın ve ocak-temmuz zam dönemlerinde yapmasıyla kendini gösterdi.
Eşit ücret kanununu yürürlüğe girdikten sonra gerekli düzenlemeyi yapan vakıf üniversitesi sayısı iki elin parmağını geçmezken şimdi yarısından fazlasında bu seviyeye geldiğini görüyoruz. Elbette ki bunun 79 vakıf üniversitesinin tamamı için geçerli olmasını istiyoruz. Vakıf üniversitesi yönetimleriyle danışıklı dövüş içerisinde olan YÖK'ün akademisyenler lehine kararlar açıklaması, işten çıkarmaların arttığı dönemlerde bazı üniversitelere soruşturma açması da aynı şekilde mücadelenin sonucu olarak görülmeli. Ayrıca mesai baskısı, ücretsiz izin dayatması gibi ilk akla gelen başlıklarda nispi bir rahatlama olduğunu, VÜDAM'ın ve sendikal mücadelenin çeşitli hukuksuzluk ve baskı biçimleri karşısında bir bariyer olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Üniversitelerde araştırma görevlileri akademik faaliyetten çok idari işlerde görevlendiriliyor ve ‘angarya’ dediğimiz işlerle uğraşmak mecburiyetinde bırakılıyor. Araştırma görevlilerine yönelik bu baskıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Araştırma görevlileri her şeyden önce, iş bulma sürecindeki güvencesizliği deneyimliyorlar. Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü adlı çalışmalarında da belirttikleri üzere, en iyi ihtimalle birkaç kere duvara tosladıktan sonra nihayet bir kadroyu kazanmak, o kadronun “şans eseri” kazanıldığı ve akademisyenin derhal ikame edilebilir olduğu algısına yol açıyor. Güvencesizlik duygusunu her an diri tutan üniversite yönetimleri de bu algıya hizmet ediyor.
Birincisi, araştırma görevlisinin çalışma alanıyla örtüşen bir öğretim üyesi bulması, birçok bölümde en iyi ihtimalle birkaç kişi çalıştıran üniversite yönetimleri yüzünden oldukça zor. İkincisi, yine minimum sayıda idari personel çalıştırıldığı için bütün bu idari işler en kırılgan grup olan araştırma görevlilerinin üzerine yıkılıyor. Günün sonunda araştırma faaliyetlerine ayrılması gereken zaman sekreterlik işlerine, laboratuvar görevlerine, karşılıksız kitap düzeltmeleri yapmaya, getir-götür işlerine, tanıtım dönemlerinde “call center”da çalışmaya ayrılıyor. Çoğunlukla uygun çalışma alanının olmadığı kurumlarda mesai baskısı da eklenince araştırma faaliyetleri bu işlerden artan zamanda “idealistçe” yapılması gereken bir işe dönüşüyor. Tüm bu nedenlerden dolayı araştırma görevlilerinin en çok ses çıkaran grup olması tesadüf değil.
Akademisyenlere yönelik mobbing ve baskı ise sıkça konuşuluyor. Mobbing ve baskıya karşı ne gibi bir yol izlenmeli?
Güvencesizlik ve performans kriterine indirgenmiş bir akademisyenlik anlayışı, akademisyenler üzerinde hem yönetimler hem de “üstündeki” meslektaşları tarafından kaçınılmaz olarak bir mobbing sarmalına yol açıyor. Mobbinge maruz kalan akademisyenin bu durumu kabullenmesi süreci, çok büyük ölçüde kurumdaki geleceğinin tehlikeye gireceğinden korkmasından ileri geliyor. Elbette ki kolay bir durum değil. Üstelik mobbing davaları yıpratıcı ve zor sonuç alınan süreçler.
En sık karşılaştığımız mobbing türü, görev tanımı dışında emrivakiyle yaptırılan işler. Mücadele edebilmek için öncelikle görev ve sorumluluklarımız hakkında bilgi sahibi olmalıyız. Sendika, bu anlamıyla bir okul. Bugüne kadar tanık olduğumuz sayısız mobbing örneğinde gördüğümüz şey şudur ki sinmek ve kabullenmek mobbingi durdurmadığı gibi daha da şiddetlendiriyor. Böyle bir muameleye maruz kaldığımızda ise mobbing uygulayan kişiye karşı görevimizin ne olmadığı konusunda kesin ve net bir dille konuşmak, haklarımızın farkında olduğumuzu hatırlatmak gerekiyor. Mobbinge maruz kalan meslektaşlarımız her zaman bize ulaşabilir, bizden ve avukatlarımızdan destek alabilirler. Baskıya ve mobbinge karşı koyabilmeyi sağlayacak olan güç, öncelikle yalnız olmadığını, aynı deneyimi onlarca meslektaşıyla paylaştığını ve en önemlisi de bunu durdurmanın mümkün olduğunu bilmekten, görmekten, birinci ağızdan dinlemekten geçiyor. Sendika, bu anlamıyla da bir dayanışma merkezi.