Yunus Emre Ceren Bu yıl nisan ayında felsefe ve filoloji alanında yayım hayatına başlayan Henidik dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Hamza Celaleddin ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Celaleddin ikinci sayısı da yayımlanan dergiye dair sorularımızı cevapladı. •“Başlangıçta kaygı vardı” şiarıyla çıkarttığınız, filoloji, felsefe ve sanat konularını işleyen derginiz henüz ikinci sayısını yayımladı. Hangi iddialarla yola çıktınız? Nasıl […]

Başlangıçta kaygı vardı

Yunus Emre Ceren

Bu yıl nisan ayında felsefe ve filoloji alanında yayım hayatına başlayan Henidik dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Hamza Celaleddin ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Celaleddin ikinci sayısı da yayımlanan dergiye dair sorularımızı cevapladı.

•“Başlangıçta kaygı vardı” şiarıyla çıkarttığınız, filoloji, felsefe ve sanat konularını işleyen derginiz henüz ikinci sayısını yayımladı. Hangi iddialarla yola çıktınız? Nasıl bir eksiği kapatmaktı amacınız?

“Başlangıçta Kaygı vardı” bizim için önemli bir tarihsel eşiği işaret ediyor. Biliyorsunuz, Yuhanna İncili’nin “Başlangıçta Söz vardı” ve Goethe’nin “Başlangıçta Eylem vardı” hakikatleri, her çağ için geçerli bir diyalektiği formüle ediyor. Fakat biz üçüncü bir hakikatin daha olduğuna inanıyoruz ve bu hakikati savunuyoruz: Kurucu bir ilke ve ilkel bir refleks olarak Kaygı’yı… Felsefe de, filoloji de, sanat da ve diğer tüm disiplinler de, insan soyunun kaygısının eseridir. Henidik bizim toplumsal kaygılarımızın bir ürünü olmakla beraber, bu kaygıları gidermek ya da yatıştırmak gibi yüzeysel bir misyonu üstleniyor değil. Bilakis, okuru bu kaygının bir parçası yapabilmenin ve kaygının motive ettiği söze ve eyleme ulaşabilmenin yollarını arıyor. Şuna inanıyorum: Kaygının motive etmediği söz ya da eylem; estetik ve etik yoksunudur. Biz istiyoruz ki, gerek sözde ve gerekse eylemde, en ilkel estetiği, en ilkel etiği ve en ilkel politiği birleştirebilelim. Henidik olanın (yani “oluşa gelememiş ve kavramsallaşamamış düşünce tasarısı”nın) hakkını teslim edelim.

Bununla birlikte, “Dil” parantezinde, antik felsefî reflekslerimize dönüşü ve pratik bilgeliği amaç ediniyoruz. Felsefenin günümüzde oturtulduğu göksel taht, yani teorik bilgelik tahtı; tıpkı antik felsefede olduğu gibi yeryüzüne kondurulmalı ve bu yolla pratik bilgelik savunulmalıdır. Kaygının motive ettiği söz ya eylem, pratik bilgeliğe kapı aralamalıdır – ki bu, Henidik’in gerçek amacıdır

• Henüz belki çok erken ama çıktığınız yolda beklediğinizi bulabildiniz mi?

Güzel bir alâka ile karşılaştığımızı − ve hatta beklentimizin çok üstünde bir alâka ile karşılaştığımızı söylemem gerek. Bilirsiniz, yeni dergi teşebbüsleri genellikle ikinci sayıyı göremeden nihayete erer. Ama bu durum, o derginin içeriğinin ve tavrının kötü olduğu anlamını taşımaz; hatta bilakis bu nihayetin onurlu bir nihayet olduğunu söylemek bile mümkündür. Şimdiden bir okur kitlemiz oluştu ve Henidik’i benimsedi. Uzun seneler sürecek bir dergi geleneğinin ilk adımlarını atıyor gibi hissediyoruz.

• Henidik, ekibinde kimler var?

Bildiğiniz gibi derginin yayın yönetmenliğini ben üstleniyorum. Dergimizin imtiyaz sahibi ve aynı zamanda editörü, Psikolog Özgecan Şekerci. Kapaklarımızı Sercan Uysal çiziyor ve iki sayımız için de muazzam çizimler yaptı. Çeviri konusunda siyasetbilimci ve çevirmen Nedrip Karakaya ile birlikte hareket ediyoruz. Yazar kadromuzda olan ve birçok konuda bize yardım eden akademisyen dostlarımız Fırat İlim, Ali Karakaya Bilge Demirç gibi isimleri de ekipten saymak gerek

• Hem ilk sayıda hem de ikinci sayıda ülkemizde çok da konuşulmamış iki ayrı konuyu ele aldınız. Siz bu konulara dil odaklı yaklaşıyorsunuz. Sizce Türkiye’de felsefe ve filolojiye yaklaşım nasıl?

Henidik’i çıkarmaya başlamazdan önce, ilk yılımız için bir çerçeve oluşturmuştuk. Bu çerçeve, Türkiye’de pek az bilinen ve hattâ daha önce hiç duyulmamış ve fakat felsefe tarihi için büyük öneme sahip altdisiplinleri içeriyordu ve bütüncül bir okuma ile felsefi bir perspektif oluşturmayı amaçlıyorduk. Beden Felsefesi, Güç Felsefesi, Hayvan Felsefesi ya da Doğa Felsefesi bunlardan bazılarıydı ve ilk iki sayımız bu odaklarla çıktı. Felsefe bölümlerinde bu dersler yok ve hattâ çoğu öğrenci böylesi altdisiplinlerden bihaber olarak bölümden mezun oluyorlar. Bu gerçekten çok acı. Dil ise burada kurucu bir öğe olarak bütün meselelerin merkezinden geçiyor. Bütün felsefe dilin etrafında döndü ve dönmeye devam ediyor. Filoloji ise burada kritik bir öneme sahip görünüyor. Bütüncül bir okuma yapmak gerekse felsefeyi ve filolojiyi birbirinden azade göremeyiz.

Türkiye’deki kültürel duruma dair sıklıkla şikâyet ederiz fakat şikâyet etmektense felsefe ve filoloji adına daha fazla üretim yapmalıyız. Elbette şahane bir kültürel ortama sahip değiliz, kısıtlı kültürel imkânlarla varlığımızı devam ettirmeye çabalıyoruz. Ama bu ortamı kalıcılaştırmamak ve normalleştirmemek adına çaba sarf etmeliyiz. Karamsarlığa kapılıp üretmekten vazgeçersek, içinde bulunduğumuz kültürel ortamı normalleştirmiş ve özümsemiş oluruz. Yine de ısrar etmeliyiz; üretmekte ısrar varlıkta ısrardır.

• Son olarak; özellikle yaşanan kâğıt krizinin ardından yayıncılık zor bir sektör haline geldi. Dergicilik alanında yaşadığınız sorunlarınız nelerdir? Kaygılarınız ve eklemek istediğiniz şeyler var mı?

Özelde dergicilik ve genelde yayıncılıkta, iki türden problemle karşı karşıyayız ve bu iki türden problem birbirlerini sürekli olarak besliyor ve semirtiyorlar. İlki, hepimizin malumu iktisadi problemler. Bunun üzerine uzun uzadıya konuşmaya gerek yok; yanlış politikalardan kaynaklanan kâğıt krizi, dağıtımın tekelleşmesi ve buna bağlı olarak fahiş dağıtım payları, yüksek komisyonlar ve devamı. Diğeri problem ise, iktisadî problemleri de besleyecek şekilde, kültürel problemler. Dergicilik özelinde konuşursak, Türkiye’de mevcut dergiler arasında kültürel bir yarık oluştu ve bu yarık giderek büyüyor. Bu ilk bakışta iktisadi bir yarık gibi duruyor; “büyük dergiler” ve “küçük dergiler” doğrudan doğruya iktisadî bir ayrıma işaret ediyor. Dergilerin toplumun entelektüel seviyesini belirleyeceği yerde (yani sağlıklı olanı buyken ve yakın tarihimiz boyunca böyle olmuşken), toplum dergilerin entelektüel seviyesini belirliyor. İlkeleri çekiştirilmeye ve sündürülmeye müsait olanlar alıp başını giderken (yani iktisadî anlamda), ilkelerini çekiştirilmeye ve sündürülmeye kapatanlar en aşağıda kalıyor. Bu yarığı kapatabilmenin en sağlıklı yolu ise, politik bir paradigma değişikliği gibi görünüyor.

Son olarak şunu da eklemem gerek ki hangi türden olurlarsa olsunlar, güncel konulara dair hassasiyet geliştirmeleri ve toplumsal/politik/kültürel krizlerde, toplum ve otorite arasında köprü olabilmeleri gerekir. Güncel ve kaba politik meselelere, felsefi, sosyolojik, psikolojik, sanatsal derinlik katabilmeleri gerekir. Sözgelimi ikinci sayımızda Hayvan Felsefesi odağını almıştık ve derginin arka sayfasını hayvanlara karşı işlenen suçların caydırıcı hukukî yaptırımlara tabi olması gerektiğine dair bir çağrıya ayırdık. Gelecek sayımızda Kent Felsefesi’ni odak alacağız ve yine bir çağrımız olacak. Biz Henidik olarak bütün toplumsal kaygıları gözetmeye hazırız ve Kaygı’nın yaratıcı gücüne inanıyoruz. Bu inançla da, herkesi dayanışmaya ve birlikte üretime davet ediyoruz.