Nasipse Adayız filminin hem yönetmeni hem senaristi hem de başrol oyuncusu olan Ercan Kesal ile filmi ve ilk yönetmenlik deneyimini konuştuk: “Kötülük diye tarif ettiğimiz şey insan nefsinin zaten sallanan ve sınanan bir yerinden tuzla buz olmasıdır. Dayanamamasıdır.”

Baştan kaybedilmiş bir yolculuğun hikâyesi

Nasipse Adayız, İstanbul Beyoğlu Belediyesi'nin başkan aday adayı olan Doktor Kemal Güner’in bir gün ve bir gecede geçen, bu kısa sürede siyasete dair tüm ayak oyunlarının dile getirildiği, ikbal hesaplarının görüldüğü ve ülkenin halinin ekrana taşındığı trajik bir film. Nasipse Adayız İstanbul Film Festivali’nde en iyi yönetmen, Altın Koza’da en iyi film seçildi. Yönetmen, senarist ve başrol oyuncusu Ercan Kesal ile ilk yönetmenlik deneyimi olan Nasipse Adayız’ı konuştuk.

►Meclis üyesi olmak isteyen esnaf Abit abiden cemaat önderi Osman Hoca’ya, parti il başkan yardımcısı Orhan Bey’den, tekstil atölyesinde ocakbaşı haline getirilmiş köşede saçma bir biçimde biftek yiyen eski bakana kadar tüm siyasi özneler neden bu kadar kötü? Bir Numarayı ve çevresini saymıyorum bile…

Sorunun cevabını tam olarak verebilmek için belki 2000’li yılların Türkiye’sini birkaç cümleyle tarif ederek başlamalıyım: 600 yıllık bir imparatorluktan kalan bir avuç toprak. Bu topraklardan yeni bir yurt ve yeni bir ulus yaratmaya çalışan bir kadronun tüm iyi niyetleriyle birlikte önlerine koydukları sorunlu yol haritası. 1946 yılıyla başlanan nispeten daha demokrat bir parlamenter sistem. Ama günümüze kadar gelen ve yapısal, temel bir sorun olarak hala yakıcılığını sürdüren siyasi partiler yasası ve parti içi demokrasi meselesi. Bunun sonunda, siyaseten çürümüşlüğün esasında toplumsal çürümüşlüğün bir tezahürü olduğu gerçeği.

Bu yüzden biraz nahif bir soru seninkisi. Ben gerçekliğin peşindeyim. Besi yerinin kirlendiği bir alanda sağlıklı canlılar bekleyemezsin. Türkiyenin reel politik manzarası kendini var ettiği ya da sunduğu toplumsal ilişkilerden azade düşünülemez. Eşi benzeri olmaya bir üretim biçiminden (ATÜT) Batılı, laik ve kapitalist dünyanın bir parçası olmaya aday genç bir Cumhuriyet. Çok partili parlamenter sistemi sürdürme çabası, partilerin lider demokrasisi. Her zaman darbe ve müdahale ihtimalleri. Ülkenin kurucu kadrosunun asker olması ve bunun belirleyici olduğu vesayet hali. Tüm bu yolculukta vatandaşın devlet babayla(!) kurduğu ambivalan ve ergen bir ilişkinin yarattığı ruh hali. Çarpık kentleşme, bitmeyen iç göç, ucuz iş gücü. Yerel yönetimlerde en çok sayıda kendilerinin olduğunu varsayarak buradaki iktidara ve ranta sahip olma talebindeki yeni İstanbullular. Siyasetin sunduğu imkânlardan biri olarak nepotizm, klientalizm. Akrabacılık, kayırmacılık. Hemşeri dernekleri üzerinden yaşanan bir ‘’kentli olma’’ hali. Etnik kimliklerin sınıfsal özelliklerden ayıklanarak altının çizilmesi ve aidiyet sorununun çözümü gibi sunulması. Üstelik tüm bunları ulvi bir amacın arkasına saklayabilme olanağı...

Böyle bir besi yerinden hayırlı bir sonuç çıkmaz. Kötülük diye tarif ettiğimiz şey insan nefsinin zaten sallanan ve sınanan bir yerinden tuzla buz olmasıdır. Dayanamamasıdır. Kişinin kendini koy vermesidir.

Daha yakından bakıldığında sadece siyasetçiler değil, filmde herkes kötü. MR makinası pazarlama peşinde olan tıp profesöründen, şoför Naci’ye kadar herkes kötü. Yerel gazeteciler, radyocu, plaza çalışanı organizatör veya reklamcı da kötü. Hatta halk da kötü: “Yemeği yiyip kaçmaya çalışan tipler.” Sırf çıkarı peşinde koşuyor herkes. Herkes neden bu kadar kötü? Sadece Dr. Kemal’in eşi Figen iyi. Figen niye iyi? Figen kimi temsil ediyor? Acaba doktor arkadaşı Ertan da mı biraz iyi?

Herkes yeterince iyi ve yeterince kötü bence. Sadece siyaset meydanı bu taleplerin sınırlarının ve uğruna neler yapılabileceğinin sınandığı turnusol kâğıdı gibi bir alan.

Figen belli ki o alemlere çok girmemiş. Sınanmamış bence. Girseydi görürdü başına gelecekleri. Ertan eski bir siyasi kimlik. Bedeller ödemiş ve bu yüzden dik konuşabiliyor. Kemal Güner’in asıl vicdanı o sanki, filmde yeterince yer veremesem de Dr. Kemal’in onun ismini duyduğunda verdiği tepki, onunla yüzleşmekten kaçınması, aradaki mesafesi vs.

Senin iyi diye tarif ettiğin şey maça girmeyenlerin mevzudan etkilenmemesi gibi bir durum. Figen olası bir seçimin sonunda yeniden ‘’reis karısı’’ olmayı hayal ettiğinde zaten kendi maçı da başlar!

Dr. Kemal, “kendini bütün bu iktidar ve güç etrafında dönen kötülüklere kaptırıp kötüleşiyor” gibi görünse de özünde onun da kötü olduğunu anlıyoruz. Örneğin toplantı gecesinde içkiyi fazla kaçıran bir adam, “sen sırf para kazanmak için kız kardeşime sezaryen yaptın” diyor. Dr. Kemal “yapmadım öyle bir şey” diyemiyor. Kemal, başta sanki Bir Zamanlar Anadolu’daki otopside yüzüne kan sıçrayan doktor gibi görünüyor ama sanki o kadar da masum değil. Zaten adım adım kan sıçramasına alışıyor gibi sanki. Ne dersiniz?

Öyküdeki kahramanımız hekim, küçük burjuva, taşrayı iyi bilen ve entelektüel kimliğiyle öne çıkan tipik bir kentlidir. 1950’lerden sonra yaşanan ve hâlâ devam eden iç göçle birlikte İstanbul’un kenarında, yeni Anadolu kasabalarının yaratıldığı çarpık kentleşme ürünü semtlerin birinde, geçmişi ve hayalleriyle birlikte yaşamaya, tutunmaya kendince güç, kuvvet sahibi olmaya çalışmaktadır.

Kuşkusuz otobiyografik özellikleri fazlasıyla barındıran bir hikâye.

Bu yanıyla Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile de akraba. Orada benim başımdan geçen bir hikâyeyi 25 yıl sonra kendi mekanlarında çekmiştik. Nasipse Adayız filmini de 20 sene sonra yaşadığım bir olayın belgeselini çeker gibi gerçek mekanlarında ve çoğu zaman 20 sene önceki kişilerin olduğu sahnelerle çektim. 20 sene önce aynı salona güç gösterisi için topladığım kalabalıktan bu kez sahnenin daha canlı ve sahici olması için defalarca ve kuvvetli alkış istiyordum. Aday gösterilecek miyim kaygısı, iyi bir film çekebilecek miyim endişesine dönüşmüştü sadece.

Dr. Kemal, şoför Naci’yi aslında neden dövdü? “Melek dövmeli kızla” kendisinin odada yalnızken, kız ceketini dikerken yaşadığı gerilim neydi? Odadaki arzu ve etkileşim neydi? Dr. Kemal bunu namus bekçiliğine soyunarak mı unutmaya çalışıyor? Sahi şoför Naci neden bu kadar önemliydi? Naci, adayların veya başkanların yanında yöresinde olan, yaverlik veya korumalık, şoförlük her şeyi yapan, burnunu her şeye sokan yeni dönemin bir siyasi bir figürü mü yoksa Dr. Kemal’i sinirlendiren bağırıp çağırması kolay bir şoför mü?

Naci hepimizin yakından bildiği tiplerden biri. Kemal’in şoförü ve en yakınındaki adam. Onun gölgesi gibi bir şey. Kemal’in bir sürü pis işinin de ortağı, uygulayıcısı. Naylon fatura, muhasebe işleri, adam ayartma, getir götür işleri, mafyöz durumlar, tetikçilik. Bu da ister istemez ona bazı haklar tanıyor.

Patronunun bir başka biçimi gibi geziniyor ortalıkta. Kemal Güner değil ama Kemal Güner gibi bir şey! Aralarında birbirlerine istediklerini söyleyebilecekleri bir rahatlık da var. Ta ki Dr. Kemal’in yaşadığı tüm bu rezilliğin ortasında bir umut ışığı gibi sarıldığı küçük bir kızı Naci’yle arabanın içinde yakalayıncaya kadar.

Melek gibi bir kız! Kemal’in kaldıramadığı şey belki de temiz hiçbir şeyin kalmaması. Bunun için Naci’yi onu en çok acıtacak cümleyi söylüyor: ‘’Bacına yapsalar iyiydi değil mi?’’ En tehlikeli cümle. Bu yüzden de dayağı yiyor.

Siyaset filmdeki kadar kirli mi? Siyaset bu kadar seçmensiz mi?

Sorun şu: Politika felsefe taşı gibi bir şey. İçine daldırdığınız her şeyi altına çevirme sihrine ve gücüne sahip. Bakır, demir fark etmiyor. Gözünü kapa ve 2020 Türkiye’sinin politik siyasi resmini bir düşün. Hiç şansımız yok! Peki bu kadar kötü bir tabloyu sadece yanlış yapılmış tercihlerle açıklayabilir misin? Daha başka ve çok daha umutsuz bir hâl var bence. Baştan kaybedilmiş bir yolculuk. Ucunda hiç bir çıkışın olmadığı bir durum. Yerine de bir şey ikame edilemiyor. Ne zamana kadar sürer, bilemem. Ama habitata inanıyorum. Dünya değişir ve biz de değişiriz. Onu değiştirirken biz de değişir ve dönüşürüz. Yeni bir usul yeni bir yöntem bulunur elbet. Bu oluncaya kadar sürecek bu hâl.

Kapitalizmin herkesi tek bir bireye dönüştürdüğü global bir dünyanın parçasıyız. Seçmene en fazla ‘’tüketici’’ diyebiliriz artık. Neye nasıl yatırım yapacağı belli olmayan bir tüketici. Bilinçli bir tüketici de değil işin kötüsü. Bilinçli olsaydı, nasıl yaşayacağını belirleyecek siyasi figürleri seçme konusunda bu kadar tuhaf kararlar vermezdi herhalde.

Bir gecede 4 salonda geçen filmdeki salonlar neyi temsil ediyor? Ben ilk salonda Anadolu’nun bağrından kopup gelen göçü, STK denilen hemşeri derneklerini, Aleviler ve siyaseti görüyorum. İkinci salonda tarikat cemaatleri. Siyaset cemaat ilişkisini. Üçüncü salon erik dalı oynayan mutlu modernler ve sosyal demokrat parti başkanı da buraya gelmeyi tercih etmiş. Dördüncü salon ilginç. Aslında salon de değil, kafkaesk bir tekstil atölyesi. 4 Türkiye mi var?

Semboller sinemada işimizi zorlaştırır. Daha çok metafor peşindeyim. Metaforlarla anlatmayı tercih ederim. Okmeydanı’nda yıllardır faaliyette bulunan bu salonun ismi gerçekten de ‘’Simge’’. Hâlâ orada ve devam ediyor hayat. Adıyla müsemma olduğunu 20 sene önce katıldığım ilk dayanışma gecesinde fark etmiştim zaten.

►Film neden bu kadar ağır bir atmosfere sahip? Filminiz teknik açıdan da değerlendiriyor. Bana Rainer Werner Fassbinder sinemasında sıklıkla görülen, mekânın salonlara ve odalara sıkışması, gün ışığının ve gökyüzünün görünmemesi, merdiven başları, kapılar ve kapı aralıkları, dolu masalar, sigara dumanları, neon lambaları veya çiğ ışıkları hatırlattı. Sadece bu biçimleri değil, herkesin iki yüzlü olduğu, herkesin sadece çıkarı peşinde koştuğu, aşkın bile sınıfsal olduğu iddialarını da hatırlattı. Ne dersiniz?

Katılıyorum... Hayat kendi estetiğini de yaratıyor.

İnsanların birbirinden nefret ettiği, herkesin herkesi kolayca harcadığı, kimsenin bir başkasına yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği, toplulukların sürekli birbirlerini püskürttüğü, değer yargılarının alt üst olduğu, acımasız, tekinsiz, soğuk, renksiz ve en kötüsü umutsuz bir dünyada yaşıyoruz.

Bu filmimizin de dünyası aynı zamanda. Rengi gri ve kirli sarı bir renk. Umutsuz bir atmosfer.

Kullandığım mekanlar, şehrin etrafına iç göçle konuşlanmış kalabalıkların bir arada kendilerini daha iyi hissettikleri ve yerel siyaset faaliyetleri için kullanmayı keşfettikleri mekanlar: ‘Düğün salonları, hemşeri yardımlaşma dernekleri, kıraathaneler, cemevleri, camiler, spor klüpleri, mobilyacı, cep telefoncu, sucu, yerel radyo ve yerel basın, uyduruk gazeteler, araba alım satım komisyoncuları, küçük ve orta çaplı mütahitler, ocakbaşı kebap mekanları, kötü müzikholler, türkü barlar vs… Gayri estetik, kitch, zevksiz mobilyalar, gösterişli ama kalitesiz eşyalar. Hikâyedeki kahramanlar da öyle. Şişman, zayıf, biçimsiz, kel ya da lepiska saçlı, yağlı, kokulu ya da ağır parfümlere boğulmuş bir kalabalık...

Son olarak “çare doktor” hiçbir şeye çare olamıyor. Hem toplum hem de siyaset alabildiğine kirli. Ülke birbirinin varlığından bile haberdar olmayan salonlara ayrılmış. Herkes çıkarının peşinde. Bence film insanı, makro siyasetten, toplumdan ve insandan soğutuyor resmen. Ve filmde hiç umut yok, neden?

İnsanın kendine dair bitmeyen ve sonsuz bir umudu vardır ama kuramlar, sistemler, yöntemler ve dayatılan usullere dair hiçbir umudum yok.