Baştan sopamızın son zararı

HAYDAR ERGÜLEN- @haydarerglen

Baştan sopaların sonbaharı uzun sürüyor belli ki. Sonbahara da haksızlık etmek istemem doğrusu. Ama işte ‘köprüden önceki son çıkış’ gibidir, hep kaçırılan, çıkılmayan, sonra da iş işten geçmiş olan. Sonu karakış.

Nice yazlardan sonra desem, sanki okul kitaplarından bir manzumeyi özlemle anmış gibi olurum. “Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu’yu” duyguculuğuyla. Duyguculuk da bir hamaset biçimi değil midir? Baharın şöyle bir kendini gösterdiği olmuştur kapı aralığından, tabiatın avlusundan, aprilin sonundan, mayısın hıdrellezinden, lakin bahar başladığı gün bitiveren bir şey memlekette, turfanda bir şey. Herkese kısmet olmuyor.

Ama baştan sopa hiç eksik olmuyor, herkese kısmet oluyor, ya nasip! Bu baştan sopa dediğimiz şey, aslında hiç yabancımız değil, tam tersine yerli, içimizden biri. ‘Yerlilik düşüncesi’ni biz başka bir şey sanıyorduk, ama ‘mahallenin namusu’ gibi bir şeymiş meğer! Neyse, baştan sopamızın ne kadar bizden, buralı olduğunu da bu vesileyle görmüş ve dahi anlamış olduk.

Çocukluğu kısa olanın, sonbaharı da uzun oluyormuş. Bunlar psikolojik ve pedagojik bilgiler değil. Sokaktan, hayattan, eh biraz da kitaplardan edindiğim izlenimler. Baştan sopaların çocukluğu mu kısa oluyor yoksa diğer çocukların yanında mı kısa kalıyor, geçmiş zaman, unuttum. Oysa insan çocukluk deyince, geniş zaman çocukluk demek istiyor. Göğsü genişlesin, nefesi uzasın, soluğu gürleşsin istiyor. Ama mızıkçılar var işte. Mızık, yazık.

Baştan sopamızın da bir sopası var çünkü. Güneşten,yıldızdan, gökyüzünden, sabahtan, ikindiden, gülüşten habersiz sopalarla uzayan mızıkçılar biraz da o yüzden var. Oyun alanına gelir, bekler, adeta oyuna girmek için yalvarır, pek de istemeden oyuna alırsınız, çok geçmeden oyunu bozar, dağıtır, oyuncuları kaçırır. O zaman mızıkçının oyunu anlaşılır. Kendi başına oynamak istiyordur o. Oyunun başkalarıyla ve birlikte oynandığı zaman oyun olduğunu, oyunun bir gerçek olduğunu, bir anlamı olduğunu bilmez, hiçbir zaman da bilmeyecektir. Zira oyundan anladığı yalnızca onun ve benzerlerinin yer aldığı bir danışıklı dövüştür. Oyun da değildir aslında, yarışmadır, o da yerli olmak zorundadır, boğuşmadır, düpedüz karakucaktır.
Yazık, oyunsuz yetişen, oyun duygusu nedir bilmeden yetiştirilen, büyüyen çocuklar, sonra en büyük kötülüğü çocuklara yaparlar, hınçlarını çocuklardan çıkarır, öfkelerini çocuklara kusarlar. Hiç çocuk olmamışlardır çünkü. Çocukluk hızla, hatta gözü kapalı geçilmesi gereken bir tüneldir çünkü, tehlikelidir, insan o tünelde fazla kalırsa zarar edebilir. Öyle ya, büyümek kar etmektir, kazanmaya başlamaktır, çocukluk kayıptır, zararına yaşamaktır. Hemen büyümek ve merdivenleri koşa koşa çıkmak gerekir.

Merdivenlerin tepesine çıktığında kendini tanrı gibi hissedebilir mızıkçı. Artık göz alabildiğine gördüğü her yer onun yeni oyun alanıdır. Ama onun oyundan anladığıyla, eskiden çocuk olmuşların ve çocukluğunu cennet olarak hatırlayanların oyun anlayışı farklıdır. Savaş oyunları, kıran kırana yarışmalar, bir nev’i ‘survivor’ duygusuyla, sanki ölüm-kalım mücadelesi gibi oynadığı oyunlar, aslında oyunla ilgisi olmayan, onun geçmiş çocukluğunun yerine koyduğu ve kendini korumak için aldığı önlemlerdir.

Çocukları çocukluktan korumak onlara yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Ve en büyük kötülüklerle en kötüler de onlardan çıkar. İnsan haliyle buna üzülür. Hele bahtiyar bir çocukluk yaşamışsanız ve cumhuriyet kimi zaman sert, kimi zaman hafif bir rüzgar olarak, hep varlığını hissettirmişse... Cumhuriyet yaz geceleri üşüyen annelerin omuzlarına aldığı ince bir hırka, uykusu gelen çocukların üstüne örtülen babaların hafif ceketi gibiyse...Hayat, içinden nehir geçen şehirlerde, sözgelimi Eskişehir’de Adalar’ın kıyısındaki açıkhava sinemalarında hem Yılmaz Güney’in daha ‘Çirkin Kral’ olduğu bir güzel film, hem de bir yaz gecesi rüyası olarak görülmüşse... Ve çocuk başka çocuklarla cumhuriyet kurulacağını, olunacağını, cumhuriyetin güneşli bir pazar, renkli bir cumartesi, gölgeli bir ikindi, mehtaplı bir gece, uykulu bir balkon ve bazen ay denizinde lacivert, bazen bulut denizinde mavi bir gökyüzü olarak çocuklarla şakalaşacağını, onlara göz kırpacağını düşlediyse... Bu düş çocuğun cumhuriyetle arkadaşlığını sürdürmesi için, yanında, yüreğinde, gözlerinde, saçlarında taşıdığı yıldızlar gibi çok ve hülyalıysa...Çocuk bahtiyardır. Ne oyunbazlık eder ne mızıkçılık, ne hırs küpü olur ne dünyayla kavgalı.

Baştan sopamızın son zararı. Çocukluğu kısa olanın, sonrası, sonbaharı uzun olmuş ne fayda! Çocuklar dünyayı mülk edinmezler, Cemal Süreya’nın “Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka” akıcılığıyla yaşarlar ki, destanımızda yalnız onların maceraları vardır! Çocuktuk, arkadaştık, kimimiz kaportacının oğlu, kimimiz öğretmenin kızı, kimimiz köftecinin çocuğu. Sonraları “Ben babamdan ileri/doğacak çocuğumdan geriyim” şiirini sevdik sevmesine de, hiçbirimiz ustalıkta, hayatı onarmada babamızı geçemedik. Onlar da oyun oynamanın ustasıydılar. Mavi bir köşeleri vardı, orada mavi bir cumhuriyet duygusuyla demlenirler, gamlanırlar, sevinirlerdi. Babamız mıydı büyük kardeşimiz mi, bilemezdik. Meğer hepimiz çocukmuşuz.

“Deniz olunmalı oğul” denildiği gibi, ‘çocuk olunmalı oğul’lar, kızlar! Çocuk olmak, çoğul olmaktır. Çocuk olmamak, çoğunluk olmaktır. Çoğunluğu çocuk olmayan bir toplumda baştan sopamız bizi bekler. Onun zararı hepimize yazılır. Çocuk olalım, çoğul olalım, baştan sopamız da mızıklansın dursun!