Avrupa’da şöyle lakırdılar en yüksek siyasal kimliklerden dile getirildi: Avrupa Birliği bir Hıristiyan Kulübüdür. Yine Avrupa’da Hıristiyan Birlik partilerinin Türkiye’ye yönelik tepkisel yaklaşımları net olarak görülüyor. Amerika’da ise Trump’ın gelişi bir anlamda 'aşırı sağın' meşrulaşması ve elbette ki çıkarcı mantığın 'gemisini kurtaran kaptan' rolünde dünyayı tek kişilik Haçlı seferleri yapmaya niyetli zihniyetin zaferi olarak görülüyor.

Bütün bunlara baktığımızda, sinemadan örnek verirsek, 1960 yapımı 'Sıradan Faşizm' adlı Mikhail Romm’un belgeselinin bugün son derece güncel, kıymetli ve çağın ruhunu dillendiren eserlerden birisi olduğu anlaşılıyor. Bütün batılı dünyada ırkçılık, ayrımcılık ve esas olarak Neo-Nazi söylem yeniden günceldir ve Batı merkezde kalmak üzere dünyaya 'yeni-beyaz-üst orta sınıf' merkezli olarak ideolojik olarak yeniden şekillenmekte ve yayılmaktadır. Bugün geçmişe baktığımızda, 1920-45 arasını tam olarak bir akıl tutulması olarak görüyoruz. Bu akıl tutulması milliyetçilik görünümünde, aslında ayrımcı ve ırkçı düşüncelere zemin hazırlamış, bunları iktidara taşımıştı. Bugün bir kez daha 20. yüzyılın ardından yeni bir çağda aynı eğilimleri görüyoruz. Irkçılık, ehlileştirilmiş adıyla ötekileştirme ve dünyanın büyük bölümünü hiçe sayan zihniyet giderek 'egemen hale geliyor', bir tür dönemin kimliği Reagan denilen ikinci sınıf oyuncunun dar görüşüyle yeniden değerlendiriliyor. Reagan’dan sonra gelenlerin sadece doruk noktasıdır Trump.

Yalnızca ehlileştirilmiş deyimle, aşırı sağ, aslında yeni bir Nazizm dalgası dünya genelinde meşruiyet elde ediyor, hatta batılı toplumların en eğitimli, bilimle en tanışık sınıfının içinde algısal ve tepkisel olarak meşruluk elde ediyor. Önemli bir fark var geçmişle bugün arasında: bu fark geçmişteki Anti-Semitist söylem ve saldırganlık biçimini bugün terk etmiş, bugün yeni öteki büyük oranda İslam olmuştur. Kısaca şimdiki Neo-Nazizmin düşman nesnesi Anti-İslam olmaya yönelmiştir.

Bugün orta sınıfın bütün Batı ölçeğinde bir gerileme içinde olduğu, aynı orta sınıfın zihinsel olarak bir regresyon halinde olduğunu görebiliyoruz. Bu regresyonun bir parçası 'zihinsel gerilik'e karşılık gelir: Kısaca AKIL TUTULMASI YAŞIYOR. Bu zihinsel geriliğin geçmişteki 'yöneldiği nesne Yahudi Cemaati” idi: Almanya’da Nazilerin toplu ve şaşalı törenlerde, önemli sanat eserlerini, felsefe kitaplarını, önemli romanları yakmaları ile Yahudi Düşmanlığı arasında net bağlar vardır. Çünkü Yahudilere yönelmiş öfke ve nefret, akla, ahlaka, sanata ve bilime yönelmiş tepkinin bir parçasıydı. Akıl-ahlak-sanat-ve-bilime yönelmiş öfkenin şaşalı ve somut adı 'Yahudi eserleri' olarak bunların kodlanması üzerinden yapılıyordu.

Bugün Avrupa ölçeğinde Anti-Semitist akım siyasal bir dinamik olarak geri planda kalıyor. Geçmişteki 'Anti-' söyleminin günümüzdeki nesnesi bir tür İslam>Arap>Türk olarak kodlanıyor. Hatta tarihsel kökenleri itibarıyla, İslam’ın öncü kolu ve Avrupa’da büyük siyasal başarılar elde etmiş bir güç olarak İslam=Osmanlı=Türk kodlaması ile geçmişteki 'öteki' günümüzde yer değiştirmiş durumda.

Bu nedenle, hem Hollanda hem de Almanya’da siyasal olarak aşırı sağın ve neo-Nazilerin söyleminde gündeme ciddi olarak Türkiye’nin girmesi istisnai bir durum değil.

Peki, sanatın kendisi bunu nasıl yansıtıyor, nasıl ele almalı?

Avrupa Sanatına baktığımızda, 1974 öncesi ve sonrası olarak ele almak lazım, yani iktisadi krizden söz ediyoruz. Bu tarihsel dönemden sonra, Avrupa’da sanatın kendisi Amerika’da başlayan biçimde piyasanın, hatta spekülasyonun merkezine gelmişti, sanat eserleri, bir tür pazarlama mekanizması içinde 'ayrıksı-solcu-radikal' olanı elimine etmeyi öğrenmişti.

Bunun mükemmel ifadesi şuydu: Amerika’da dünyaca ünlü bir kemancı büyük bir salonda konser verecekti. Konserin biletleri uzun süre önce tükenmişti. Aynı kemancı bir deney kapsamında New York metrosunda çaldı. Hızlı hızlı işe giden insanların hemen hiçbiri onunla ilgilenmediler, ancak birkaç müzikten etkilenen çocuk dışında… Bu ne demektir? Dünyada medya dolaşım ağında, sistemi kontrol eden güçler izin vermediklerinde, dünyanın en iyi sanatçıları bile tanınamaz, meşruiyet elde edemez, sistemin merkezine yerleşemez!

Günümüze baktığımızda, siyaseten sanat, iktidarı en büyük müşterisi olarak görüyor batılı dünyada, bu müşteri aynı zamanda sipariş verebilen, ya da yürü ya kulum diyecek müşteri-onay mekanizması olarak iş görüyor. Sanatın böylesine kontrol edilmesi, özgürlük söylemini ve evrenselci bakışların mahkûm edilmesi için kullanılıyor.

1974 sonrası sanata ve sinemaya baktığımızda, büyük oranda 'iyilerin kazandığı bir söylemden', anlatının merkezine giderek daha fazla 'kötülerin' geldiği ve hatta protagonistin bir tür 'kötü' olmaya doğru evrildiğini görüyoruz. Geçmişteki gibi insanlık için dövüşen iyi karakterlerin yerini, kötünün eylemindeki feci eylemlerde bile marazi bir haz veren ve duyan anlatı-seyirci tipine göre bir değişim var. Batılı toplumlarda, bizzat masum ve en sivil kesimlere yönelik bu saldırıların bir tür 'Taxi Driver' protagonistini, geçmişteki Vietnam veteranının uyum sorunlarından çıkarıp, şimdi en eğitimli, üst-orta sınıf bireyin ruhuna, önyargılarına, şiddetin meşrulaştırılmasına, ötekileştirmeye, caniliği meşru göstermeye bir araç olduğuna eminiz.

Kısacası Saddam Paradoksu diyebileceğimiz bir durum var: Amerika ve İngiltere Saddam-ve-kimyasal silahları konusunda uzun zaman kuyruklu yalan benzeri iddialarda bulundular. Sonuçta Irak’ı işgal ettiler, altüst oldu hayat. Sonuçta hiçbir ciddi kimyasal silah bulamadıklarında, en azından bir diktatörden kurtulduk savunusunu yaptılar. Oysa o bölgede öldürülen insanların sayıları milyonları buluyordu, sonrasında ise bu bölgenin dünyaya etkisi korkunç oldu.

Medya ve merkezi iktidarın bu kadar kontrollü olduğu yerde, özgürlük şarkıları söyleyen siyasal hareketler yerel ve toplum-dışı gösterilebilir ve dünya genelinde iktidarın Neo-Nazi söylemi yaygınlaşabilir. Sanatın bir direniş olması için, ilk önce iktidarın kontrolünden çıkması lazım. Oysa şimdiki koşullar teslimiyeti dayatıyor!