O’Nolan’ın gazete yazılarında ve romanlarında Joyce’un dehasının ağırlığı altında yazıyor olmanın huzursuzluğu hissedilir. Yine de yazarın mizah duygusu her seferinde galebe çalar ve kimi zaman çok eğlenceli sonuçlar verir

Bavyeralı Kemancı

Arada bir evdeki işleri aksattığımda, Mary gülerek şöyle diyor: “İsa, Meryem ve Yusuf!” Bu üçünü birlikte söylediği zaman, yanlış bir şey yaptığımı anlıyorum. Sobayı fazla harlı yaktığımda, sertçe koyup kaldırdığım için tabakların köşesini kırdığımda ya da kitaplarımı yemek masasının üzerinde bıraktığımda genellikle bunu söylüyor. Daha ciddi bir hata yaptığımda, mesela yatmadan önce bahçe kapısını kilitlemeyi unuttuğumda, eli biraz daha yükseltip “Bavyeralı kemancı olsa bunu yapmazdı,” diyor.

Hikayenin aslı şöyle: Mary beni pansiyoner olarak evine kabul etmeden önce, birçok kişiyle görüşmüş. Bunlardan birini gözü çok tutmuş. Dikkatli, aklı başında, üstelik çok yetenekli bir genç kadın: Bavyeralı bir kemancı. İrlanda’nın en büyük senfoni orkestrası olan RTE orkestrasında çalmak üzere Münih’ten gelmiş. “Kaçıncı keman?” diye soruyorum elimdeki toz bezini bırakmadan. “Kaçıncı olduğu hiç önemli değil,” diyor Mary her zamanki gibi, “Önemli olan mükemmel biri olması.” “Sabah akşam egzersiz yapıp başını şişirecekti,” diyorum onu hiç duymamış gibi. “Kulaklarım iyi duymuyor zaten,” diyor Mary omuzlarını silkerek, “Ayrıca ben keman severim.”

Bu şakadan atışmayı bir süredir devam ettiriyoruz. Her seferinde yeni ayrıntılar ekleyerek hem de. Yine de bazen kendimi Bavyeralı Kemancı’yı düşünürken buluyorum. Onu sarışın, alımlı ve tutkulu biri olarak hayal ediyorum. Belki de Mary haklıdır, diyorum kendi kendime. Bavyeralı Kemancı gerçekten mükemmel biri. Titiz, dikkatli ve hatasız. Üstelik bir de Alman. “Alman disiplinini hafife almamalısın,” diyor Mary. Almamak lazım hakikaten. Benim yerimde kemancı olsaydı, çanak çömlek kırılmayacak, sobanın camını kapkara is tutmayacak, odalar havalandırılıp yataklar yapılacaktı. Bunu düşündükçe daha bir sakarlaşıp sersemleşiyorum. Tabaklar elimden kayıp duruyor.

Geçen gün Dublin’in en büyük kitapçısı Hodges Figgis, kuruluşunun 250. yıldönümü nedeniyle, Flann O’Brien müstear ismini kullanan İrlandalı yazar Brian O’Nolan’ın “At Swim-Two-Birds” adlı romanını yeniden bastı. (Bu benzersiz romanın, Gülden Hatipoğlu tarafından Türkçeye aktarıldığını ve “Ağaca Tüneyen Sweeny” adı altında Everest Yayınları tarafından basıldığını yeri gelmişken söyleyelim.) Hodges Figgis’in böyle önemli bir yıldönümünü anmak için bu kitabı seçmesi, şaşırtıcı olmamakla beraber yine de manidardı, çünkü yazarın kendisi gibi romanın da talihsiz bir hikayesi vardı.

“Ağaca Tüneyen Sweeny”nin ilk baskısı 1939’da yapılmıştı. Az sayıda kopya basılmış ve pek ilgi görmemişti. Bir grup eleştirmen, bu “garip” kitabın çok katmanlı hikayesi ve karmaşık olay örgüsü nedeniyle pek sevilmediğini iddia eder. Bir başka grup ise, hemen hemen aynı tarihlerde basılmış olan bir başka acayip romanın rol çaldığını söyler. Bu kitap, “Finnegans Wake”tir. James Joyce’un romanı, gerçekten de daha önce örneğine rastlanmamış ve muhtemelen de bir daha rastlanmayacak türde bir anlatıdır. Sadece edebiyat biçimlerini değil, dilin ve algının sınırlarını da zorlamasıyla ünlüdür. Dolayısıyla, ikinci grup bu konuda haklı olabilir.

Ne var ki, “Ağaca Tüneyen Sweeny”nin tek talihsizliği bu değildir. Romanın kalan kopyaları da, Alman ordusunun 1941’de Londra’yı bombalaması neticesinde zarar gören Longman Yayınevi ile birlikte yok olur. Kitabın bir daha basılması ise, 1960 yılını bulur. Ancak o tarihlerde O’Nolan, pırıl pırıl zekâsını ve eşsiz yeteneğini alkolde boğmaya başlayalı bayağı bir zaman olmuştur. Birkaç sene içinde sağlığını hızla kaybedecek ve 1966’da, henüz 55 yaşındayken, ölümcül bir hastalığa tutulup ölecektir.

20. yüzyılın ortasında Dublin’deki edebiyat sahnesinin önemli kişilerinden biri olarak Brian O’Nolan, romanlarını yazarken kullandığı ismiyle Flann O’Brien, ya da The Irish Times’daki unutulmaz köşesi “Cruiskeen Lawn” için icat ettiği adıyla Myles nagCopaleen, böylece dünyadan ayrılıp gider. Ölümünden çok sonra iyice meşhur olduğunda, onun eserleri üzerine yazıp çizenler bütün ömrünü James Joyce’un gölgesinde geçirdiğini yazarlar. Onlara biraz gönüllensek de hak vermek zorunda kalırız.

O’Nolan’ın gazete yazılarında ve romanlarında Joyce’un dehasının ağırlığı altında yazıyor olmanın huzursuzluğu hissedilir. Yine de yazarın mizah duygusu her seferinde galebe çalar ve kimi zaman çok eğlenceli sonuçlar verir. Mesela, 1964’te basılan romanı “Dalkey Arşivi”nde, James Joyce’u karakterlerinin arasına alarak onunla dalga geçmeyi tercih eder. İsmini Dublin yakınlarındaki “sessiz sakin ve uykulu bir yer olan” Dalkey kasabasından alan bu romanda, Joyce aslında ölmemiştir. Onun yerine bu küçük kasabada mütavazı bir hayat sürmektedir. Dehası onu terk edeli çok olmuştur. Gözleri iyice bozulmuş ve biraz sıkıcı yaşlı bir adam haline gelmiştir. “Edepsiz bir kitap” olarak görmeye başladığı Ulysses’i yazdığını inkar eder. Finnegans Wake’i yazdığını ise çoktan unutmuştur bile.

Sıkıcı bir bunak olarak resmetmeyi tercih etse de, Joyce’un hayaletinin O’Nolan’ın peşini bırakmadığını söylemek yanlış olmaz. Halbuki ince mizah duygusuyla, keskin zekasıyla ve başka kimsenin yazamayacağı durumlar hayal etme becerisiyle eşi benzeri olmayan bir yazardır o da. Özellikle de “Ağaca Tüneyen Sweeny”de hissederiz bunu. Katmanlar halinde açılan ve yazar ile karakteri arasındaki ilişkiyi her seferinde yeni bir düzeyde ele alan bu roman, postmodern edebiyatın şaheserlerinden biri sayılır.

Hodges Figgis’in bu harika romanın yepyeni özel basımıyla dolu vitrinine bakarken, bunları düşündüm. Brian O’Nolan bu vitrini görse ne derdi acaba? Kitabı 1939’da ilk kez basıldığında, o zamanki dükkanın vitrinine bir kopya koymuşlar mıydı? Koydularsa da Finnegans Wake’in yanında kendine bir yer bulabilmiş miydi? Okurların gözüne görünebilmiş miydi?

Akşam yemekte Mary’ye bunları anlattım. “O’Nolan’ın da bir Bavyeralı Kemancısı vardı yani,” dedim sonunda, “Hep onun gölgesinde yazmak zorunda kaldı.” “Bavyeralı Kemancı mükemmel biriydi,” diyerek küçük oyunumuza geri döndü Mary bir yandan tabakları toplarken. Sonra sırtımı sıvazlayarak ekledi: “Ama ben seni seçtim.”