Bayan şahsın apış arası!

Herkese Bilim Teknoloji Dergisi’nde okudum. Bilim dünyası, bitkilerin de tüm canlılar gibi görebildiğini, duyabildiğini, hissettiğini kanıtlama peşinde. Üstelik daha şimdiden birkaç kanıt / araştırma elde etmiş bile.

Bunda şaşıracak bir şey bulamayabilirsiniz. Peki!

Ancak, İsviçre’deki gelişme gerçekten şaşırtıcı. İsviçre, BİTKİLERİN ONURUNU KORUMAK üzere bazı “esaslar” belirlemiş. Hem de Parlamento tarafından. Henüz bir kanundan söz edilemese bile, belki yakında “gerekmediği halde topraktan, yani yaşamdan kopartılan bitkiler” hakkında bir düzenlemeden söz edilebilir.

Nereye vardığımı anladınız elbette.

Bu gezegen üzerinde bir ülke, bitkilerin onurunu tartışıyor. Bir başka ülke, Türkiye, İNSANIN ONURUNU HİÇE SAYIYOR.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, açlık grevinde 100 günü çoktan geride bıraktılar. Ama hâlâ cezaevindeler.

Şurası çok ama çok açık: Her ikisi de “bir şeylerle” suçlanıyorlar. Ancak o suçlamalar henüz sadece iddia halinde. Yargılanmış, suçları kanıtlanmış, hüküm giymiş değiller.

Peki niye tutuklular? Kaçacaklar mıydı? Hayır! Tam aksine, cezaevine gönderilinceye kadar her ikisi de neredeyse 24 saat Türkiye’nin gözleri önündeydiler. Türkiye’nin gözleri önünde derdest edilip cezaevine atıldılar.

Avrupa Birliği Komisyonu, tam da bu konuda, Nuriye ve Semih için yaptığı açıklamada aynı şeyi vurguladı: “Yargılamada masumiyet karinesi esastır” dedi.

Oysa, bizde tam aksi oluyor. Haklarında herhangi bir yargı kararı olmaksızın KHK ile mesleklerinden ihraç edilen iki eğitimci, dünyanın en pasif eylemini yaparken tutuklanabiliyor.

“İÇERDE” ne olup bittiğini de yarım yamalak öğrenebiliyoruz. En son duyduk ki, elini kaldıracak hali kalmayan, kalbi tekleyip duran Nuriye slogan atmış! Bu yüzden disiplin cezası alacakmış! Disiplin cezası da mektuplarına el konması, görüş yasağı gibi TECRİT getirecekmiş.

Amaç belli: Sadece işlerini değil, onurlarını da ellerinden almak istiyorlar Nuriye ile Semih’in.

• • •

Öte yandan, (hangi birinden bahsetmeli) onursuzluk, cehalet, baskı kol geziyor.

Sıradan gibi görünen ama çok anlamlı örneğini, minibüste şortlu genç kıza taciz / saldırı olayında gördük.

Saldırgan, “bayan şahsın apış arasını görünce tahrik oldum” diye savunmuş kendisini. Bir kere, genç kız saldırganın önündeki sırada oturuyor. Yani, saldırganın apış arasını görmesi mümkün değil. Düpedüz yalan. Ama yalanın kılıfı, tam mevsim normallerine uygun: Niyetli, yani oruçluymuş. Bir erkek olarak nefsi varmış, nefsi uyandırılmış.

Kendisini tutan, oysa o “yaratık” gibi düşünen milyonlar ile aynı ülkeyi paylaşıyoruz. Ne yazık ki, öyle! Bir kadın olarak İstanbul’da her gün biraz daha fazla hissediyorum bunu. Biz kadınlar, sözlü tacize / saldırıya uğruyoruz. Düşmanca tavırlara maruz kalıyoruz. Aşağılanıyoruz. Her fırsatta, her yerde.

Hele ekonomik özgürlüğü olmayan, okutulmamış kadınlarımız. Onların bitkiler kadar kıymeti yok. Öldürülüyorlar, öldürülmezlerse dayakla hırpalanıyorlar.

Kan revan fotoğraflardaki kadınlar...

Tek derdi işini geri almak olan güzelim Nuriye..

Düşündükçe öfkelenemeyecek kadar hüzün basıyor yüreğimi. Kolum kanadım kırılıyor.

Çok yazık bu ülkeye, çok!

Oysa…

• • •

Yurtdışına ilk kez 1971 yılında çıkmıştım. O gezide yolum İsviçre’ye de düşmüştü. Temizliğine, düzenine hayran kalmıştım. Türkiye’ye döndükten sonra haberim olmuştu. İsviçre kadınlara seçme ve seçilme hakkını o yılın başında vermişti. 1971 yılında.

Haberi okuyunca ülkemle nasıl gurur duymuştum.

Biz kadınlar, Atatürk Türkiyesi’nde yaşadığımız için ne kadar şanslı, ne kadar gurur doluyduk.

O günlerden bugünlere nasıl geldik?

Türkiye, sadece minibüsteki saldırganın değil, profesörlerin / yazarların / kamu yöneticilerinin aklının “bayan şahısların apış arasında” olduğu bir ülke mi artık?

Bu ülkeyi nasıl temizleyeceğiz bu kirden? Ne zaman?