‘Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü’, güzel Türkçemizin manalı deyimlerinden birisidir. BAE’nin veliaht prensi Muhammed bin Zayed Al Nahyan’ın Ankara’ya yaptığı ziyaretin yarattığı tartışmalar eşliğinde, akla ilk gelen de bu deyim olması kaçınılmaz.

Türkiye’yi yöneten siyasi heyetin alenen 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olmakla suçladığı; dış politikasında ‘nefret objesi’ olarak sembolleştirdiği Emirliklerle ‘normalleşme’ büyük heyecan uyardırıyorsa eğer, durup bir düşünülmeli. Artık en azından adıyla sanıyla işlevsiz kalan İhvan’ı dize getirme sorumluluğu açısından öne çıkan bu kabile devletininin üst düzey şeyhinin Ankara’da ağırlanması, kemiksizlik halinin sembolü olmaya aday.

BAE’nin devlet başkanı olmamasına rağmen 21 pare top atışıyla en üst düzeyde karşılanan veliaht prensi, kesenin ağzını açmış gibi görünüyor. Abu Dabi Kalkınma Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mohame Hassan El Suwaidi, "Türkiye’de yatırım yapmak üzere 10 milyar dolarlık bir fon ayırmıştır" diye buyurdu. Haliyle Ankara’da imzalanan 10 mutabatat uyarınca bastırılacağı söylenen dolarların karşılığı olarak ne verilmiş olabileceğini sorguluyoruz.

‘Anlaşma’ diye anılan mutabakatlar çok afili başlıklarda. Merkez bankaları, kalkınma ve yatırım ofisleri, borsalar arasında mutabakatlar, yeni swap anlaşması görüşmeleri, gümrük ve çevre konularında yenilenebilir projelere dair yine yeni mutabakatlar...

Yani; işin Türkçesi niyet beyanları. Körfez sermayesinin bedellerini Türk Telekom’un düştüğü hali acı içinde izleyerek ödemiş Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak elimizdeki paranın pula döndüğü bir ortamda, tüm bu niyet beyanlarının karşılığında Varlık Fonumuzdaki hangi değerlerin elden çıkarılacağını merak ediyoruz. Yahut ekonomistlerimizin işaret ettiği üzere, iki üç sene önce Katar ile yapılan 15 milyar dolarlık mutabakatın onda birinin gelebilmiş olmasından hareketle bu sefer ne kadarının gelebileceğini kestirmeye çalışıyoruz. Halkın cebine ne gireceği bilinmez fakat iktidara yakın sermaye gruplarının bir kez daha ihya olacağını söylemek kehanet olmaz.

BAE veliaht prensi ağırlanırken açıklamalar hep ekonomi odaklı oldu. Dış siyasete dair tek laf yok. Dış politikada üst perdeden atıp tutmalarla günümüz geçmediği düşünüldüğünde, haddinden fazla manidar. Türkiye siyasetinin yöneticilerinin dış politikada BAE’ye yönelttikleri sayısız itham arasında, Mısır’da İhvan iktidarını deviren Abdülfettah el Sisi’yi desteklemek, bölünmüş Libya’da Halife Hafter’e destek vermek ve spesifik olarak Vatiye’deki Türk üssüne saldırıda bulunmak sıralanabilir. Ortadoğu’da İsrail ile normalleşmenin başını çeken BAE, aynı şekilde Filistin davasının ‘büyük satıcısı’ olarak sunuldu. BAE, Mısır, Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile Akdeniz’de tatbikatlar düzenleyerek Ankara’ya meydan okumaların içinde de yer aldı
BAE’nin dış politikasında zerre değişiklik yok. Veliaht prens Bin Zayed, Türkiye ziyaretinin hemen ardından Mısır’ın Cumhurbaşkanı Abdülfettah el Sisi ile telefonda ikili ilişkiler ve bölgesel konuları görüştü. Ankara’nın Mısır’la normalleşme karşılığında İhvan’ın propaganda ayağına set çektiğini biliyoruz. Karşılığında Mısır’dan verilmiş elle tutulur bir taviz yok. Kahire, Doğu Akdeniz hattında yoluna Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail ile devam ediyor. Ne ilginçtir ki, Doğu Akdeniz’de Avrupa’yı memnun edecek şekilde ‘kabuğuna çekilmiş’ bir Ankara var. Türkiye’nin temsil ettiği İhvan hattının kasası olan Katar, Körfez kriziyle ‘hırslarından’ arındırılıp yola getirilmiş, Amerikan çıkarlarını bizzat Afganistan’da temsil etmekle görevlendirilmiş durumda. Doha’yı merkez alan Taliban’la görüşmelerden Kabil’de temsiliyete terfi ettiler. Ankara, Kabil havaalanı işletmeciliğinin Katar sayesinde hala paydaş adayıyken, eski Afgan hükümeti döneminde bu işletmeyi bir süreliğine üstlenmiş, geçen ağustosta tahliyelerde de rol oynamış BAE de taliplerden. Bakarsınız ‘ortaklık’ kurulur.

Bölünmüş Libya’da ise durum ortada. Eğer gerçekleşirse 24 Aralık seçimleriyle ortaya çıkacak tablodan Libyalılar hayrına bir şey beklemek mümkün değil ama pastadan pay kapma yarışı devam edecek. Türkiye’nin BAE ile girdiği yeni ilişkilerin Libya sahasına yansımaları olacağını söylemek de kehanete girmez. Ankara’nın BAE veliaht prensini ağırlarken ‘utangaçça’ dile getirdiği ‘Filistin davası’ deseniz, zaten retorikten ibaret. BAE, Suriye başlığında da Şam ile ilişkiyi ilk kuran ülke. Türkiyesiz olamayacak ABD destekli rejim değişikliği projesi fiyaskoyla sonuçlandıktan sonra sarsılan dengelerin ve rakip oyuncuların ‘dizginlenmesinin’ bir parçası olduğu muhakkak. Şam’la sınırlı kalmıyor, BAE’nin varlığını Suriye’nin kuzeyinde de hissediyoruz.

Tüm bu yaşananlar ABD yönetiminin Ortadoğu’dan çıkıp gideceği tevatürleri eşliğinde ‘İbrahim/Abraham anlaşmaları’ uyarınca ‘Amerikan patentli’ düzenin rol dağılımının düzenlenmesine işaret ediyor.

Bidenyönetimi Trump’ın açtığı yolda ilerliyor. BAE ziyareti bizlere bir zamanlar ‘ılımlı İslam’ sosu ile neoliberal düzenin gözde oyunculuğu rolü biçilenlerin geldiği yeri gösteriyor. Artık yerlerini açıkça Körfez’in mutlak monarşilerinin pragmatik hükümdarları alırken, ‘figüranlık’ ihtiyacı eksik değil. BAE demek Atlantik sermayesi demek. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnurs Çevik’in "Güvenilir dostlara ihtiyaçları olduğunu düşündüler ve Türkiye dostluk elini uzattı" ifadelerinden hareketle en başta BAE’nin ‘hangi açıdan güvenilir dostlara ihtiyacı varmış’ sorusu geliyor.