Sevdiklerine kavuşmalar, buluşmalar bayramdır ya; bazı kitaplarla buluşmak da ona benziyor. Edebiyat merakım nedeniyle, benim de böyle buluşmalarım olmakta.

Tabii, kitaptan neler beklediğimize göre değişiyor beğenilerimiz. Benim seçimlerim, sanırım, kitabın edebi, sanatsal yönü ve boyutlarını dikkate almakla birlikte, dünya, ülke ve insanlık hallerini dert edinmiş bir akademisyen olmakla ilgili.

Bu nedenle, sahicilik arayışı mı, yazarın dünyevi ve insani duyarlılığına önem vermek mi, yoksa akademisyen olmaktan gelen bir deformasyon mu bu, bilemiyorum, ancak öğrenme merakımı kışkırtan, farklı şeyler düşündüren, bugüne, yaşama, insana dair duygu ve düşüncelerimde iz bırakacak bir şeyler bulduğum kitapları- ve de filmleri- tercih ediyorum.

Bir okur olarak, bunları içeren bir cevhere rastladığımda da müthiş heyecanlanıyorum.

Georgi Gospodinov da, rastlantıyla keşfettiğim bir yazar oldu. Yaz okumaları için kitap alırken, kitabının adı beni çekmişti; “Hüznün Fiziği”...

Yazarı tanımıyordum; Bulgaristan’ın eserleri en çok yabancı dile çevrilen önemli bir yazarı olduğunu kitabı alınca öğrendim. Böyle rastlantıyla keşfettiğim birkaç kitap daha var.

Hüznün Fiziği, şaşırttı beni. İlk önce, bir çocuğun fantastik öyküleri, efsaneler filan derken ne düşüneceğimi bilmedim. Sonrasında ise, farklı zaman ve karakterlere yer verişi, düz bir çizgide ilerlemeyen anlatımı, öyküler kadar, bunlar nedeniyle değindiği konular, buralardan insan, dünya ve yaşama açılan katmanlar, arkasından gelen sorgulamalarla bambaşka bir kitapla karşılaştığımı görerek şaşırdım.

Gospodinov, kendisiyle yapılan bir söyleşide anlatımının çok yönlülüğü konusunda bazı açıklamalarda bulunuyor (Fiction Writers Review, 21 Eylül 2015)): Öncelikle, hayatın kendisinin de lineer bir çizgi izlemediğini söylerken, şiir yazdığı için, bunun romanlarına yansıdığını ve romanda her cümleyi önemsediğini ve kaideleri üzerinde yükselen anıtlar gibi değil “anıt-karşıtı” romanlar yazmak istediğini ifade etmekte. Romanında daldığı labirentlerin kendisini de zorladığını anlatırken, Minotor’u kapatıldığı dehlizden çıkaran Ariadne’nin ipliği gibi, kendisine de “hüznün ve empati yoluyla hüznün” rehberlik ettiğinden söz etmekte.

Labirenti andıran yapısı nedeniyle öyle anlatılacak ya da özetlenecek bir kitap değil Hüznün Fiziği... Buna karşın, hüznü, kitabın bütününde içtenlikle ve ilmik ilmik dokumasıyla da, çarpıldığınız cümleleriyle de insanı heyecanlandıran bir kitap... Altını çizdiğim ve aktarmak istediğim sayısız cümle var; ne yazık ki, yapamıyorum.
Yazar, “ceninden insana, kuşburnundan şarap sineğine, buluttan kar”a kadar dünyaya gelen tüm varlıkları kapsayan “ben varız” hatırlatmasıyla başlıyor kitaba. Kitabın bütünü de bu “ben varız” üzerine kurulu denilebilir.
“İnsan bir süreliğine susmalı ve oluşan sessizlikte başka bir öykü anlatıcısının- bir balık, yusufçuk, sansar veya bambunun, bir kedi, orkide veya çakıltaşının- sesine kulak vermeli. Arıların roman yazmadığını, örneğin, nereden biliyoruz? Tek bir bal peteğini okuduk mu?” s.161

Kitap, anlatıcının çocukluktan yetişkinliğe, sonra da yazar oluşuna uzanan süreçte empati ve hüzün üzerine kurduğu öykülerle bir yaşam öyküsü gibi görünse de, değil; bundan ötesi var. Hikayelerinde büyük trajediler değil, günlük yaşamlar baş rolde; buna karşın, öykülerin her biri farklı dehlizlere, odalara açılan bir labirent. Bu labirenti izlemek de ilginç, yazarın öykülerle yaşam ve insanlık arasında ördüğü iplikler, bunlara eşlik eden düşünceler, sorgulamalar da... Konuşur gibi yazan bir dili var; oysa bu sadelik, sizi düşünmeye davet eden meselelerle taş gibi oturuyor içinize.

Uzun bir zaman dilimini, birçok karakteri, birçok öyküyü kapsıyor kitap. Dedesinin yaşamıyla iki dünya savaşına kadar giderken, kendi yaşamı içinde de Bulgaristan’ın Sovyet döneminden rejimin yıkılması sonrasına, çocukluktan, gençlik ve yetişkinliğine uzanan yıllar anlatılmakta. Bu anlatı içinde, beş metrekarelik bodrum kata, Tanrı gibi, konuşulamayan konulara, köy ve kasabadaki gündelik yaşama dair anılar da aktarılmakta, arılar ve karıncalar da... Boğa başlı insan bedenli Minotos da, “öykü satan alan adamın” hikâyeleri de girmekte kitaba, yalnızlığı seçen bir yazarın hüzünlü yaşamı ve tedirginlikleri de...

Peki, kitap bir yaşam öyküsü, bir hatıralar nakli mi; hayır!...

Yayınevi’nin (Metis) sitesinde kitapla ilgili Kahraman Çayırlı’nın kaleme aldığı yazıda şöyle deniyor: “Korkunun kokusu, kasaba sinemasındaki eski projektör ışıkları, kör Mariyka’nın ruhları derken Hüznün Fiziği, bir hatıralar labirentine mi dönüşüyor? Hayır. Bu roman okur sonuna dek defalarca şaşırtmaya devam ediyor.”

Şaşırtmasının birçok nedeni var. Bir yandan, gündelik yaşamı konu edinmesi var ki, içtenliğiyle yakalıyor sizi. Abartmadan, saklamadan yapılan anlatım, hem keyif almanızı hem kitabı benimsemenizi sağlıyor. Öte yandan, konuşur gibi yazarken, hikâyeler içinde hikâyelere yer vermekte, boşluklar bırakmakta veya “yan koridor” diye adlandırdığı bölümlere başvurmakta ki, yaşam gibi öykü de labirentler içine girerken, okuyucu için de durma, düşünme molaları ortaya çıkmakta.

Öykünün çizgiselliğinden kurtulma arayışından kitabında da söz ediyor:

“Başka anlatıların meydana gelmesi için yer açmaya, öyküde boşluklar, daha fazla koridorlar, sesler ve odalar, ucu açık öyküler bırakmaya çalışıyorum, aynı şekilde sırrını öğrenemeyeceğimiz gizler... Öykünün günahından kaçınılmayan yerlerdeyse, umut ediyoruz ki belirsizlik bizimle olmuştur.” s.226

Anlatıcının iç sesi, hesaplaşması hiç bitmezken, bu hesaplaşmalar sonucu önünüze açılan boşluklar veya pencereler çok renkli ve hem bildik hem şaşırtıcı olabilmekte. Örneğin “Nasılsınız” sorusu karşısında verdiğimiz otomatik yanıtlar üzerine düşünmeye ne dersiniz; ya da, “Savaş döneminde ölen hayvanların cesetlerini sayan olmuş mudur?” sorusu üzerine!... Ya da, “Tek bir kimlik vardır, canlı varlıklar arasında canlı bir varlık olmak. Kalıcı olmamak ve Öteki’ne de kalıcı olmadığı için değer vermek” düşüncesine tepkiniz ne olur?

Yer vermek istediğim daha birçok alıntı var; ne yazık ki yapamıyorum. Ayrıca, daha bir çok alıntıya yer versem de kitabı ve içerdiği labirentleri tanıtamam. En iyisi, okumak!...

* Georgi Gospodinov,
Hüznün Fiziği, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yay, 2016