İrem Afşin, “Anneliğim doğurup emzirmekle, 7/24 bakmakla değil, otizmle gerçek oldu. Otizm Nâzım’a ait, bana da öğrencisi olmak düştü” diyor.

Bazı anneler, hem anne hem baba olur
M. İrem Afşin ile oğlu Nâzım Özgün Afşin.

Can KARTOĞLU

Babalar gününde bir anneyle söyleşi yapmak babaların hakkını yemek için değil elbet… Ona sadece anne demenin az kalacağı M. İrem Afşin’e hakkını vermek için… Türkiye’de üniversite okuyabilen 25 otizmliden biri olan oğlu Nâzım Özgün, Hacettepe Antropoloji öğrencisi. Geçtiğimiz yıl kendi kararıyla hukuki olarak annesinin soyadını alan Nâzım’ın ilk yılı bitirip Ankara’dan İstanbul’a evine döndüğü gün İrem’le söyleştik.

Ne zaman anne oldun İrem? Hayallerin nelerdi?

Nâzım Özgün başka bir kadına değil de bana gelip, beni anne yaptığında tam 30 yaşındaydım. Aramızda hayat boyu hep 30 yaş fark olmasını seviyorum, şimdi 50 yaşındayım, O da 20. İlk hamileliğim, ilk, tek ve son bebeğim Nâzım Özgün. Her anne gibi oğluma dair uçsuz bucaksız hayallerim vardı, çoğu otizmin hayatımıza girmesiyle yok olup gitti veya dönüştü. Vicdanlı, eşitlik, özgürlük, hak ve adalet bilen, hiç kötülük düşünmeyen, dürüst bir çocuk büyütmek istemiştim, O’nu doğurduğumda en kocaman hayalimdi, 20 yıl sonra bu hayalimin gerçek olduğunu görmek çok huzur veriyor bana. Ama zaten Nâzım Özgün hiç hayal etmediğim o kadar çok mucizeye imzasını attı ki, tek karşı laf etsem haksızlık olur.

Nâzım’ın varlığı nasıl bir İrem yarattı?

En sevdiğim konu! Anneliğim doğurup emzirmekle, 7/24 bakmakla değil, otizmle beraber gerçek oldu. Otizm, Nâzım Özgün’e ait, bana da öğrencisi olmak düştü. Bence annelik, hiç doğurmakla ilgili bir hâl değil, bir canlıya sonsuz emek vermekle ilgili bir olgu. Hep söylerim, oğlum hayatıma girmeden önceki İrem ile şimdi tanışsam, o kadınla değil arkadaş olmak, aynı masada bile oturmak istemem! Son derece sert köşeli, didaktik, asla esnemeyi ve değişmeyi bilmeyen, feci kariyer hırslı, beyaz Türk burjuva, akıl ve vicdan beş karış havada, dünyadan da ülkenin dertlerinden de bi’haber, hatta bencil diyebileceğim bir kadındı o İrem, ne işim olur kendisiyle şimdi? Gençken hayatımla ne yapacağımı, kim olduğumu ve neler yapmak istediğimi arpacı kumrusu gibi düşünüp, işin içinden çıkamayınca standarda esir olduğum yıllar anımsıyorum. Nâzım Özgün ve O’nun sadece bir parçası olan otizm benden, neredeyse tamamen başka bir kadın yarattı. “Öteki annesi” olmak, bana diğer ötekilerin dertlerine bakmayı, direnmeyi, dayanışmayı, sonsuz mücadele edebilmeyi, asla pes etmemeyi öğretti. Yüreğimdeki Amazon kadınını keşfettim. Ruhumun muhalif yanı bazen hâlâ beni şaşırtır. O mücadeleci ruh, içimde sakladığım inatçı, hayallerinin peşinden gitmekte kararlı ve sabretmeyi iyi bilen küçük kız çocuğundan kaynaklanıyor, ama benim cesaretimin de, inatçı gözü karalığımın da asıl kaynağı, oğlum.

Anneyle baba arasındaki en büyük fark ne?

İçgüdü ve çıkarsız, beklentisiz sevgi. Sanırım bebeklerin anne ile bedensel ve ruhsal bağı, içimizde büyüttüğümüz için daha farklı. Örneğin hiç konuşmadan anlayıp hissedebilmek; başına ters bir şey geldiyse oğlum daha bana söylemeden hissederim. O’nun için evreni tersine döndürecek gücüm var. Bir de asla vazgeçmemek, bir anne– istisnalar kaideyi bozmaz- çocuğunu bırakıp arkasını dönüp gitmez bence, gidemez. Babalar gidebiliyor.

Bir anneyi anne yapan baba da olabilmesi midir?

Bence bir anneyi anne yapan da baba yapan da yeri geldiğinde “her şey” olabilmesi. Anne, baba, öğretmen, eğitimci, bakıcı, avukat, servis şoförü, aşçı, doktor, savaşçı… Yıllar geçerken çocuğuma hem anne, hem baba olmak zorunda kalışım, yalnız anneliğimin mecburiyetiydi, ama hayatta kimseye hesap vermeden oğlumu büyütebilmek de bir şans. Türkiye’de tek başına bir anne olmak çok zor, çünkü zaten kadın olmak zor bu ülkede, ama o zorluklardan sağlam tecrübeler ediniyorsunuz. Kadınlığımı unuttuğum, kendimden vazgeçtiğim yıllar geçirdim. Bir kadının erkekleşmek zorunda kalması da, sırf mecbur kaldığı için güçlü olmayı öğrenmesi de aslında doğamıza aykırı. O yüzden bana “Ne güçlü kadınsın” dediklerinde kızarım. “Güçlü olmak” nedir, neye göre, kime göre, hangi kriterlere göre güçlü? Ben yalnız bir anne olarak güçlü olmak zorunda kaldım, güçlü olmayı öğrendim. Hem anne hem baba olabilmemin nedeni bu.

Toplumun dayattığı bir rol müdür annelik babalık?

Kesinlikle. Öyle ki aslında içgüdüsel olarak anne veya baba olmak istemeyen insanlar da bu toplumsal baskıya maruz kalıyor. Bir insanın “iyi bir anne” veya “iyi bir baba” olup olmadığına karar verebilecek tek merci, bence sadece çocuğudur. Toplumsal baskı çoğu insana olmadığı roller yüklüyor, bu büyük bir ağırlık, omuzlarından atmak da maalesef herkesin harcı değil.

Özel gelişimli çocuğu olan anne ve babalar arasında boşanmalar niye kaçınılmaz oluyor? Babanın kaçtığı şey nedir?

Bizim cephede önce babalar gemiyi terk eder. Otizm açısından ağırlıklı olarak ¾ erkek çocuklar otistik oluyor. Herhalde “Erkek adamın erkek çocuğu olur” düsturundan yola çıkışla, kendi oğlunun “farklı” olmasını kabullenmek, bir baba için daha zor. Sonsuz bir sorumluluk ve belirsizlikle geçecek hayattan kaçıyorlar. Yıllar önce yeni tanı almış bir otistik babası bana, “Beraber maça gidebilecek miyiz?” diye sormuştu, dehşete kapılmıştım. Çocuk henüz 3.5 yaşında, kendi öz bakımını sağlayabilecek mi, konuşsun veya konuşmasın iletişim kurabilecek mi, okula gidebilecek mi, henüz hiçbiri belli değil, babanın tek derdi oğluyla maça gitmek! Oysa anneler daha farklı bakıyorlar, çocuğun başına ne gelmiş olursa olsun… Ki otizm “başa gelen en kötü şey” değil, otizmden kaynaklanan toplumsal ayrımcılık ve ötekileştirme sorunları daha ağır şeyler yaşatıyor insana. Bir de altını çizmek isterim ki, farklı gelişim veya otizm, anne-babanın “başına gelen” bir hal değil, otizm çocuğa ait. Anne sorgusuz sualsiz çocuğunun ihtiyaçları için yanında dururken, baba “Neden ben, neden benim çocuğum?” diye soruyor. Buradaki mülkiyet duygusu önemli. Yine de tüm babaları aynı kefeye koyamayız. Anneyle birlikte mücadele eden babalar giderek çoğalıyor, büyük bir mutlulukla yeni kuşak babaların paylaşımcı, anneyle ekip çalışması içinde ve daha “baba” olduğunu gözlemlediğimi söylemek isterim. Bizim kuşaktan da tanıdığım, çok sevdiğim şahane baba örneği dostlarım var, belki sayıları bir elin parmağını geçmez ama olsun.

Soyadı… Ne ifade ediyor senin için? Nâzım, senin soyadını almak istediğini sana söylediğinde hissettiğin şey neydi?

İsim ve soyadı, doğduğumuzda bize sorulmadan otomatik konuyor. Biz kadınlarda durum daha beter, önce babamızın, sonra varsa evlendiğimiz erkeğin soyadını alıyoruz, neyse ki bu saçma hâl epey değişti. Çocukların doğumdan itibaren her iki ebeveynin de soyadını taşımasının daha doğru olduğunu düşünüyorum. Nâzım Özgün’ün hikâyesinde ise durum biraz daha farklı: Biyolojik babası evden gittiğinde 3 yaş civarı otizm tanısını yeni aldığımız zamandı, dolayısıyla o kişiyle neredeyse hiç aynı evde yaşamadı. Otizm veya başka bir konuda, maddi manevi sorumluluğunu oğlumuz büyürken hiç taşımamış bir biyolojik baba yüzünden 14 yaşında atlattığımız velayet davası sürecinden sonra, benim soyadımı taşımak istediğine kendi kendine karar verdi. Ancak o dönemde biyolojik babayla aramızda devam eden başka dava süreçleri vardı, dürüstçe söylemem gerekir ki bir de soyadı davasıyla uğraşmak istemedim, bu yüzden Nâzım’ı 18 olana kadar beklemeye ikna ettim. Zaten 4 yıldır kendi kararıyla biyolojik babasıyla hiç görüşmüyor. Her ne kadar gündelik hayatta farklı soyadlarımızdan kaynaklanan sorunlar başımızı derde sokuyor da olsa, delikanlımın soyadımı taşımak istemesinin asıl nedeni, son derece psikolojik ve duygusal. Bana ilk söylediğinde, “Beni sen doğurup tek başına büyüttün, ben senin çocuğunum, artık senin soyadını taşımak istiyorum” diye açıkladı. Bu benim için çok yeterliydi. Tabii ki çok gurur duyuyorum bu kararından, ama daha da ötesinde benim yeterlilik duygumu tatmin ettiğini söylemeliyim. Soyadı kararının yasal süreci de zorlayıcı oldu, ama bittiğinde ikimiz de Afşin olunca çok keyif aldık, artık tamamen “Asi Tayfa”yız.

Standart anneler çocuklarını bir defa doğururken sen Nâzım’ı kaç defa doğurdun?

Fiziksel doğumun önemli olmadığını düşünüyorum biliyorsun. Otizm sayesinde oğlumu birkaç kez doğurdum diyebilirim, mesela ilkokullar geri çevirdiğinde Gönül öğretmenimizi bulabildiğim zaman ya da 12 ortaokul “Biz öyle çocuk almıyoruz” dediğinde Twitter üzerinden tüm Türkiye ile beraber oğluma ortaokul bulduğum zaman. Her ayrımcılık yaşadığımızda, O’na dimdik ayakta durup mücadele etmemiz gerektiğini öğrettiğim zaman. En son geçen sene Hacettepe Antropoloji’yi kazanıp, Türkiye’de üniversite okuyabilen 25 otizmli bireyden biri olduğu zaman da son “doğurmam” sayılır, ki bu da anneliğimin yeni bir evreye geçtiği andır.

Nâzım seni kaç defa doğurdu? Ya kendi kendini kaç defa doğurdu?

Delikanlım bana hayata çok başka bir açıdan bakmayı, olanca yokluğun içinde bile küçücük bir detay ile mutlu olmayı öğretti. O benim en iyi hayat öğretmenim, o yüzden sayamam beni kaç kez doğurduğunu, sadece ne kadar çok değişmeme vesile olduğunu biliyorum. Algıları çok açık, çözümlemeleri çok felsefik, çok okuyan, dinleyen, sorgulayan, araştıran meraklı bir genç insan oldu Nâzım Özgün. O’nun deyimiyle “kendim kendim”; kendini benden çok daha fazla kez “doğurduğuna” inanıyorum. Hayatı insanlarla tam olarak paylaşmayı öğrenmesi yıllar almış bir çocuktan, hâlâ zorlandığı süreçler olsa bile, toplumsal yaşama “uyum sağlamış” bir yetişkine evrilen oğlumla, azmiyle, bitmeyen mücadelesiyle ve kat ettiği uzun yolla tabii ki çok gurur duyuyorum.