Bazı belalar baldan tatlıdır

ECE KUTLUGÜN ARSLAN

Aklımıza okul yıllarımız gelince hepimiz şöyle bir iç çekeriz.

“Ah o günlere geri dönsem keşke. Ne dert vardı ne tasa... Sadece oyun oynar yaramazlık yapar sonra da eve gelir uyurduk.” Bu özlem dolu sözlerin hiçbirinize yabancı gelmediğine eminim. O henüz hayatın yükünü omuzlamadığımız ya da hata yaptığımızda “çocuktur o daha, anlamaz” diye azat edildiğimiz, hayallerimize tozpembe yansıyan bu günleri özlememek mümkün mü? Oysa çocukluğumuz hatıralarımıza yalnızca eğlenceli bir dünya olsa da, davulun sesi uzaktan hoş gelir diye boşuna dememişler. Yalnızca güzel tarafları yad etmek isteyerek çocukluğun sancılarını göz ardı etmiyor muyuz acaba? Yani hissettiğimiz güzel duygular nostaljinin serabı, bir göz yanılması değil mi?


Çocukluğun saf haliyle ve eğlenceli bir dille temsili Doğan Gündüz’ün yazdığı ve Nuray Çiftçi’nin resimlediği ‘Selin Püsküllü Bela’da fazlasıyla var. Bu kitaptan gerçekdışı dünyalar, sihirli değnekler, inanılması güç olaylar beklemeyin. Çünkü onun yerine en az bunlar kadar güçlü ve etkileyici olan bir şey sergileniyor bize; kendi çocukluğumuz. Acısıyla tatlısıyla çocukluğumuza ve okul hayatımıza dair maceralarımız Selin’in gözünden sayfalarla buluşuyor. Bu yüzden kapağı açtığınız anda kendinizi gıcırdayan tahta sıralarının sesini duyarken, elinize yapışan tebeşir tozlarını silkelerken, kurt gibi açıkmış halde yemekhane sırası beklerken, matematik sınavının son beş dakikasında elleriniz terlerken veya bahçede en eğlenceli oyununuzun en eğlenceli anında ders zilinin sesini duyarken bulabilirsiniz.

Kitabı bitirdikten sonra, yetişkin okurlar, geçen yıllara hayıflanmak yerine, tecrübelendiklerinin ve büyüdüklerinin farkına varabilir belki de. Minik okurlarımızınsa onlara adeta sınıflarında biri kadar yakın olan Selin sayesinde, kendi dünyalarının bir benzerini görüp “Ben de bunları yaşadım!” diyerek Selin ile iyi bir arkadaş olacaklarına eminim. Kısacası yaşı kaç olursa olsun herkes, yer yer üstünde “100” yazılı sınav kağıdını görmüş gibi mutluluğun, yer yer de potaya doğru deli gibi koşarken taşa takılıp düşmüş gibi çaresizliğin yoğunluğunu tadacak. Bazı belalar baldan tatlı. Hele de bizim Selin gibi püsküllü, afacan ve neşe bombası olanlar. Bela dediğimize de bakmayın, Selin hepimizin çocukluğundan bir şeyleri anımsatıyor. Pazar gecesi aniden akla gelip babamıza İngilizce ödevimizi yaptırmak, sebze yerine pizza yemek için türlü kurnazlık peşinde koşmak ya da mızıka çalma çılgınlığıyla komşuları eve toplamak gibi minik yaramazlıkları yapmışızdır. Selin’in tek farkı, onun deyimiyle 'çok şanssız' olduğundan mütevellit, her şeyin nasıl oluyorsa bu kızın başına gelmesi. Haksız da değil Selin. Sonuçta sınıfında o deli gibi uğraşırken çabalamadan hocanın gözüne giren öğrenciler, tek amacı işinize burnunu sokmak olan gıcıklar çetesi veya acımasızca sayfalar dolusu ödev veren hocalar varken masum Selinciğimiz ne yapsın, öyle değil mi?

“Evde olmak nasıl da hoştu” diye düşünür Alice, Harikalar Diyarında gördüğü garip olaylar karşısında ve şöyle devam eder: “Evde büyüyüp küçülmüyordum, ya da fareler ve tavşanların peşinde koşmuyordum. Neredeyse bu tavşan deliğine hiç düşmemiş olmayı dilerdim- ama yine de- ne olursa olsun- hayat böyle daha ilginç!” Belki de Alice merakının sonucu o deliğe düşmeseydi, elimizde yıllar içinde değerini kaybetmemiş olan bu güzel kitap olmayacaktı. Bize merakın çay saatine yetişmekten daha değerli olduğunu gösterdi Alice. Tek yaptığıysa kendi olmaktı, çocuk olmak. Meraklı Alice gibi, Selin de kendi olmayı tercih etti. Selin ne öyle her dersini pek iyiyle geçen öğretmenlerinin göz bebeği, ne de annesinin söylediği gibi erken yatıp erken kalkan örnek bir çocuk oldu. Mükemmel bir kahraman değil de bizden biri oldu. Bu yüzden de bu kitap bu kadar tatlı oldu.