Yıl 823’tü, çocuklar...

Hünkâr’ın iradesi ve İranlı Molla Said’in fetvasıyla Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’i ağaca asmıştılar.

Gecenin geç ve yıldızsız bir saatiydi.

Yavaş sesle, korkarak yapılan bir ihanet konuşması gibi yağmur çiseliyor. Ağacın kalın ve yapraksız bir dalında sallanan 79 yaşındaki Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü ıslanıyordu. Dermansız, ince kolunun ucunda bembeyaz bir ışık külçesi gibi yanan sağ eli, bir bakırcı dükkânının kapalı kepenklerine yukardan dokunacak, kepenkleri açıp dükkânın bakır kızıltılarıyla dolu karanlığını aydınlatacak gibiydi.

Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin’in bu sağ eli, naralar, aç çocuk çığlıkları, at kişnemeleri, zincir ve kırbaç sesleriyle dolu havaların içinde, göz alabildiğine sınırsız, dalgaları köpürmüş serin bir deniz pırıltısıyla dolaşmıştı, çocuklar...

O “Varidat”ı bu eliyle yazdıydı. Suların, toprakların ve yemişlerin, din, ırk ayrılığı gözetmeksizin, yeryüzünü işleyenlerin müşterek mülkü olduğunu söyledi. Anadolu ve Karaorman köylüleri yeryüzünün yemişlerini bu elin açtığı kardeş sofrasında yemek için, o güne dek işitilmemiş bir kavga türküsünün sevinciyle ayaklandılar.

Devrin sultanı, sırma cepkenli, al atlas külahlı ordularından birinin başına şehzadelerinden birini geçirip onların üstüne gönderdi. Şehzade’yi yendiler...

Bedreddin, sultanın özüyle savaşmak için, Rumeli’ye geçti... Karaorman’da ihtilal ordusunun çadırlarını kurdu. Çarpışma olmadı fakat. İhtilal çadırlarının sıcaklığına dost gibi sığınan hünkâr uşakları, bir gecenin karanlığıyla anlaşarak Simavneli’yi kaçırdılar. Edirne’ye getirdiler. O vakit, dünyasının en büyük bilgini, sınırsız toprağın, işleyen kolun, duyan yüreğin şeyhi, ihtilalin dev adamı, dinsiz Bedreddin; kendisinin idamını isteyen Molla Said’in hattı talik ile yazılmış fetvasını, gözlerinde yenilmemiş bir pırıltı, işte bu sağ eliyle imzaladıydı, çocuklar...

Gece...

Yağmur çiseliyor...

Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin’in çırılçıplak ölüsü, kepenkleri inik, yüzleri elleriyle kapanmış analar gibi dilsiz Edirne esnaf çarşısında, yapraksız bir ağacın dalından sallanıyordu.

Köşeden üç adam belirdi. Birisinin yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at... Bedreddin’in asıldığı ağacın altına geldiler... Soldaki pabuçlarını çıkardı ve Sakızlı bir gemicinin ustalığıyla ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam, Bedreddin’in uzun ak sakalı altından ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü kesmeye başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna saplandı. kan çıktı. İpi kesmekte olan adam sapsarı oldu. Sonra eğildi, yarayı öptü, doğruldu, bıçağı aşağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba sevgisiyle Bedreddin’in ölüsünü aşağıda bekleyenlerin kucaklarına teslim etti. Onlar, çığlak ölüyü çıplak atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi ve bu üç kişiden en genci, çıplak ölüyü taşıyan atı yedeğinde çekerek, çiseleyen yağmurla ıslanmış gecenin içinde kayboldu...

(Nâzım Hikmet/Resimli Her şey dergisi, 9 ikinci Teşrin 1935 - Hikâyeler, Adam Yayınları)

Nâzım bu satırları yazalı seksen iki yıl, benim de bu satırları okuduğum yılların üstünden çok mevsimler geçti. Ve dünya ve memleket hünkâr uşaklarının karanlığından çıkamadı...