Bilirsiniz, liberaller, tanım gereği biraz kibar solcudurlar, öyle algılanırlar. Oysa son durum hiç de öyle değil. Kendilerine liberal diyen hanımlar ve beyler, son günlerde epey edepsizleşti....

Bilirsiniz, liberaller, tanım gereği biraz kibar solcudurlar, öyle algılanırlar. Oysa son durum hiç de öyle değil. Kendilerine liberal diyen hanımlar ve beyler, son günlerde epey edepsizleşti! Yahu, bunlar meydanı boş mu zannediyorlar? “Nasolsa iktidar da bizden yana” diye devrimcilere, kendileri gibi düşünmeyen solculara ver yansın girişiyorlar. Türkiye’de antikomünizmin zirvede olduğu yıllarda bile böylesi görülmedi, işitilmedi. Artık ideolojik mücadele filan da yapmıyorlar; resmen bindirilmiş kıtalar misali teyakkuz halindeler ve hezeyan içinde ağızlarına geleni söyleyebilmeyi de ‘özgürlükçülük’ sanıyorlar.

İşte bunlardan biri, Ferhat Kentel nam bir liberalimiz “Yeni bir sol -ve aşk- mümkün!” diye ‘şiir gibi’ bir yazı yazmış. Bakın, baştan söyleyeyim, burada hiç kimse benden kibar bir cevap beklemesin. Ben zaten doğuştan bir kazma solcuyum! Öyleyse şimdi bu beyefendi de dinlesin: Ey Ferhat Kentel! Sen de, zaten kazmayı taşa vurmuşsun, cihat ilan etmişsin, adeta “bakın ben size bulaşıyorum siz de gelin bana bulaşın” demişsin. Ben bu yazıda sana bulaşmayacağım, polemik molemik yapmayacağım, sadece attığın taşlardan eteğimize ‘sıç’rattıklarını temizleyeceğim.

Çünkü şöyle demişsin:  “Bugün ‘sol’ adına konuşanlar arasında, Marksizm’den, işçi sınıfından, devrimden, sosyalizmden, emperyalizmden bol miktarda dem vuran, savaşkan bir üslûba sahip bir kesim var.”  Elhak doğrudur. Böyle bir kesim var, iyi ki var! Lakin ve zaten, Marksizm’den, işçi sınıfından, devrimden, sosyalizmden dem vurmayınca katiyen solcu olunamaz! Savaşkan bir üslup yerine “Teslim oldum mösyö burjuvazi” deyince, ayakkabıcı, yazıcı, entelektüel, ya da ‘entel’ olunabilir belki, ama katiyen devrimci olunamaz!

Ama bak Nâzım Hikmet gök yüzünden eğilmiş ve sana sesleniyor: “Behey entel Kentel! Behey yirmi birinci asrın imam filozofu. Felsefenden tüten günlük kokusu başımızı döndürmek içindir. Hayat kavgasında bizi diz üstü süründürmek içindir.”

Evet tam da dediğin gibi bizler “Türkiye’de şimdiye kadar hâkim olmuş sol geleneğe de büyük ölçüde sorgusuz sualsiz” sahip çıkıyoruz; “geçmişi, geçmişin acılarını, kahramanlıklarını yüceltiyoruz; yaşanan acıları, verilen şehitleri adeta sürekli kurucu bir efsane olarak” üretiyoruz. Çünkü kökümüz kendimizdedir! Kökümüzü cemaatlerde, tarikatlarda değil, senin ağzı açık bir hayranlıkla “muhafazakâr modernleşme, işte budur ilericilik!”  diye tarif ettiğin sosyolojik palavralarda değil, kendi mücadelemizde ve hareketimizde görüyoruz..

Halbuki sen; “Ve o hareketin içindeki, başta otoriterlik ve tekçi düşünce olmak üzere bol miktarda başarısızlık hikâyesini sorunsallaştırmıyor,” derken yalan söylüyorsun behey entel Kentel. “Kendi üzerine düşünmeyi, kendine eleştirel bakmayı pek düşünmek istemiyor” derken yine yalan söylüyorsun behey entel Kentel. “Genellikle başarısızlığı kendi dışındaki nedenlere -emperyalizm, faşizm, burjuvazi, ‘halkın teoriye uymaması’ ya da ‘içimizden çıkan’ oportünistler, revizyonistler, hainler, işbirlikçiler- bağlıyor” derken yine ve yeniden yalan söylüyorsun behey entel Kentel… Sen ne yalancı, ne yalancı ve ne yalancı bir adamsın behey entel Kentel…

Bak yine Nâzım’ı kızdırıyorsun ve şu sözleri hak ediyorsun: “Behey entel Kentel! Akepenin şövalyesi, sermayenin altın sesi, ve Allahın ateist imamı ve peskoposu! Her kelimen kelepçelerken bileklerimizi, kıvrılan bir yılan gibi satırların sokmak istiyor yüreklerimizi….”

Belli ki “kendine hayransın”, cemaatlere kurbansın, “dilimi değiştirdim” deyip “Taraf”ını fetişleştiriyorsun.. Doğrudur… Bizler  “heybetli ve gümbür gümbür bir terminolojiyle” konuşabiliyoruz… Ve elbette doğrudur, “bu heybete uygun bir faaliyet (işçi sınıfı içinde örgütlenme, kitlelere ulaşma ve onları ‘bilinçlendirme’ vb.) içinde” görünmüyoruz, GÖRÜNEMİYORUZ… Kalemine kına yak! Klavyene mum dik! Sevinç çığlıkları at! Evet, faşizm ve sermaye galip geldi, 12 eylül galip geldi, bizler yenilmiştik ve bin yıllık gericilik yine sahneye çıkıyor!

Ama senin gibilerden bir farkımız var. Pes etmiyoruz. Böyle ‘görünemeyişimizin’ sebebini elbette ve öncelikle kendimizde buluyoruz.. Ama çareyi hasmımızın, celladımızın kollarına atılmakta aramıyoruz.

Ve üstelik behey entel Kentel, akılsızlığın sıra bizlerle dalga da geçiyorsun: “Ama tabii, bizim göremeyeceğimiz, bugün çok illegal düzeyde süren ama yarın öbür gün devrime yol açacak faaliyetleri olabileceğini teslim ediyorum” diyorsun. Elbette terbiyesizlik ediyorsun, ukalalık yapıyorsun, haddini hiç mi hiç bilmiyorsun, bizi kandıramıyorsun ve inandırıcılığını hepten yitiriyorsun.

Ama bak Nâzım Hikmet sana haddini bildiriyor: “Sivri yosunlu ucundan kızıl kan damlayan yeşil bir diş gibi... Sen bu ‘söyleminle’ mi bizi kandıracaktın, inandıracaktın?”

Diyorsun ki… “Böyle bir faaliyet ve güce sahip olmamasına rağmen, şimdilik ‘sol’ tanımı esas olarak bu kesimin etiketi olarak varlığını sürdürüyor. Ama sadece ‘şimdilik’...” Şimdilik değil zavallı entel Kentel! Sana kötü bir haber: Sol tanımını ‘bu kesim’ her daim sürdürecek! Çünkü bunu sürdürebilmek, işkencelere rağmen, ölümlere rağmen, zindanlara rağmen vazgeçilmeyecek bir mücadeleyi göze alabilmek… Ve böyle bir cesaret ve böyle bir inanç, senin gibilerin solculuğunda hiç olmasa gerek… En iyisi kapa çeneni ve dinle!

Çünkü Nâzım Hikmet yine sana seslenecek: “Behey entel Kentel! Behey tilkilerin şahı tilki! … hemen anlaşmak için bir kapı açıyorsun, binip Allahının sırtına soldan geri kaçıyorsun! Kaçma dur!”

Kaçma dur! Zaten yazdıklarında da hemen yakayı ele veriyorsun. Postmodern solun rezaletini mümin bir hamal gibi sırtında taşıyorsun. Post-modernizmin görecelilik, bilinemezlik tuzaklarına düşürülmüş kurbanlık bir av gibi figan ediyorsun. Kötü yere düşmüşsün. Kendini affettirmek için olsa gerek, bilime, araştırmaya, evrime vurgu yapan; gericiliğe, akıldışılığın karanlığına, batıl itikatlara, kadını ikinci sınıf konuma iten dinsel pratiklere karşı cephe alan zeminlerden firar ediyorsun.

Ama hemen yakayı yine ele veriyorsun; çünkü kullandığın dil resmi cemaat dilinden bağımsız değil..  Çünkü diyorsun ki: “dinselliklerin, … hareketleriyle biriken tecrübe, modernliğin, onun yerli versiyonunun ve onun ‘sol’unun ikili kutuplaşmalarını sorguluyor... başka bir ‘düşünme yolu’nun da mümkün olduğu ortaya çıkıyor.” Dinselliklerin biriktirdiği tecrübeye sığınıyorsun ve hâlâ solculuktan sosyalizmden söz edebiliyorsun. Pes dedirtiyorsun birader, pes dedirtiyorsun!

Ve diyorsun ki; “Düne kadar, örgütlenecek, bilinçlendirilecek olan yığınlar bambaşka bir yolda yürüyüşe çıkıyorlar, apoletli-apoletsiz her türlü toplumsal mühendislik meraklısının ellerinden kayıyorlar...”

Yahu sen ne diyorsun? Sözünü ettiğin yığınlar ‘bambaşka bir yolda yürüyüşe’ filan hiç çıkmadı… Onlar binlerce yıldır zaten bu yolda yürütülüyorlar, güdülüyorlar… Biz onları baştan çıkarmak, yoldan çıkarmak, güdülmekten vazgeçirmek için uğraşıyoruz! Bazen koşullar uygun oluyor, sesimize kulak veriyorlar… Sonra yine bizden uzaklaşıyorlar… Bu memlekette denklem, ‘sağcılık eşittir Müslümanlık’ diye kurulmuş, biz bu denklemi bozmaya çalışıyoruz. Peki sen ne diyorsun?

Bildiğim kadarıyla bir sosyologsun ve madem ‘toplum mühendisliğinden’ söz ediyorsun; demek ki şunu sen de biliyorsun. Din, en büyük ve en kadim toplum mühendisliğidir!

Ve senin eteklerine sığındığın cemaatler, en şedit ‘Jakobenler’dir. Bunu da mı inkâr ediyorsun?

Eh, halimize bakıp “Karşılıksız aşkın sonu” deyip yine dalganı geçiyorsun…  “Umut bağladığınız, elde etmek için bin bir dil döktüğünüz insanın başkasına âşık olması gibi bir şey...” diyorsun. Ama behey şaşkın! Onlar, yani emekçiler, ezilenler, sömürülenler, zaten ‘başkasına âşık’ filan değil ki! Resmen ve tarihsel olarak ve kültürel olarak başkasının ‘kapatması’dırlar. Devrimcilik işte böyle bir aşağılanmaya itirazdır, bir sınıfın bir başka sınıfa tahakkümüne, dinsel inançların bu yolda kullanılmasına karşı bir mücadeledir yani. Senin hoşuna gitmese de, biz buna ‘sınıf mücadelesi’ deriz … Hâkim sınıfların, sömürücü sınıfların (bu kavramlar da hoşuna gitmez farkındayım) ‘haremlerini’ tarumar etmek için mücadele ederiz.

Öte yandan bunun teorik boyutunu sen de bilirsin, yani ‘kendinde sınıf’ ve  ‘kendi için sınıf’ olabilme hallerini, ama gazete sayfaları bunları tartışmanın yeri değil… Üstelik söylediklerindeki akademik ve entel yaldızlı kelamların altında “Oh canıma değsin bu halk sizi sevmiyor!” şirretliği de varken, hiç gerekli değil…

Öyleyse bırak bu bilim insanı yavelerini. Kendi adına konuşmadığın aşikâr. Kimin adına konuşuyorsan öyle konuş. Senin ya da seninkilerin sunduğu proje nedir bir söyle bakalım….

Brüksel’deki abilerin bu halka demokrasi öğretecek, cemaatteki amcaların şöyle bir hadislere bakacak, ayetleri yorumlayacak, meşveret edecek, şûra toplayacak… Ve bunlar toplum mühendisliği olmayacak ve bunlar tepeden olmayacak!

Bulduğun çare pek pespaye be entel Kentel! “Madem bu halk muhafazakâr, ben de muhafazakârlık güzellemesi yapayım. Akepe cengaveri olayım” diyorsun. Yoksa demiyor musun? Şiir gibi döktürmüşsün ve madem “Fethetmek değil, fethedilmek için duyargalarını ve hücrelerini” açmışsın, “onun içeri girmesine” izin vermişsin… Onun?! Yani dinsel hareketlerin biriktirdiği tecrübenin, yani böyle bir ‘başka’ düşünme yolunun mu? Yani bunların içeri girmesini, ruhumuza nüfuz etmesini mi kast ediyorsun?

Allah aşkına… (sana böyle dersem şimdi hoşuna gider biliyorum) şunu söylerken, yani

“kültürel sembollerin otoritarizmine karşı muhalefet dinamikleri” derken ağzında ne geveliyorsun? Bunu da açıktan yazsana… Bak ben bütün iyi niyetimle şöyle diyorum. Mesela Fethullah Hocaefendi kendi cemaatinde otoriter bir semboldür ve buna karşı muhalefet dinamiklerinin olamadığı böyle bir atmosferde demokrasi filan yeşermez! Ama sen böyle dersen, sana bir daha yazdırmazlar, bunu da biliyor musun?

Şu paldır küldür muhafazakârlaşma ortamında, tarikatlardan, cemaatlerden başka kimsenin borusunun ötmediği, sadece parasını verenlerin düdüklerinin öttüğü şu atmosferde; bunlara itiraz etmeden, “Farklı kültürel grupları, farklı referanslarla işleyen hayat tarzlarını, bin bir biçimde altta kalanları duyma ve anlama konusunda” nasıl yeterli olabileceksin? Hele bunu da bir söylesene entel Kentel!

(“Yeni bir sol -ve aşk- mümkün!” demiş ya… Yahu bu Ferhat’ın önünde delecek bir dağı bile yok… Ama bizim var… ‘Şirin’ sormaz mı: Bu ne biçim aşk!)

Eveet… Bu yazıya bir son söz lazım. Nâzım Hikmet mutlaka şöyle söylerdi: “Sen emin ol ki entel Kentel -olmasan da zarar yok- (muhatabından dolayı) bu ‘hiçbir şeye benzemeyen’ yazıda hissene düşen şey: biraz alay, biraz şaka ve birkaç tokat -eldivensiz cinsinden- Neyleyim? Neş"e kavganın musikisidir.”