Bir şey olmasını bekliyorum, ne olduğunu bilmediğim bir şey. Godot gelmesin aklınıza, o büyük katliamdan sonra vaktin yaklaştığından eminim. Yorgun ve uykusuz olsam da, yorgun ve uykusuz hissetmiyorum beklerken. Tek korkum, kim olduğumu unutmak. Beklediğim şey geldiğinde ya kendimi hatırlamazsam, bunca yıl yapıp ettiğim, yazdığım yaşadığım her şey, hiç olur.

Barthes, beklemenin büyüsünden bahseder, “Âşık mıyım?” diye sorar kendine, “Evet, beklediğime göre…” Âşık olmayan beklemez… Artık bekleyenler azalmışsa, çocukluklarından başlayarak kendilerini unutanlar çoğaldığı içindir… İnsanlar, kendilerini unuttukça tekdüzeleşirler. Hayatın tekdüzeleşen çeşitliliği, hayattan tat almayı, hatta acı çekmeyi bile imkânsızlaştırır. “Geleceği ezbere bildiğini” söyleyen Paul Valéry’nin ıstırabı…

Bu yazılar da hep bir bekleyişin ürünü. Belki de balıkçılar kahvesinde, denize bakarak yazmayı bu yüzden seviyorumdur. İşte yine buradayım, yağmurun cama vuruşunu izleyerek. Karbonatlı çayı içerken kendimi hatırlıyorum, hangi yılda yaşadığımın bir önemi kalmıyor, zamanın koridorlarında beklediğim yerleri dolaşıyorum. Bir tren garı, pastane ya da sabahın köründe bir çorbacı… Cezaevi, hastane ya da mahkeme önü… Cemal Süreya “beklemek gövde kazanması zamanın” demiş ya, o gövdelere sarılarak… Şimdi olduğu gibi çantamda her zaman bir defter ve bir kitap. Yaşanmış bunca aşk, acı, kendini feda etmiş bunca hayat varsa… O hayatları ve hayalleri anlatan bu şiirler, romanlar yazılmış, filmler yapılmışsa… Beklemekten ümit kesilebilir mi?

İdeolojik sığınaklar bombardıman altında olduğundan, liberalizmin hayal kırıklığı yaratan ilerleme, içi boşaltılmış demokratik eşitliği yüzünden, Kraucer’in “Film Teorisi”nde dile getirdiği gibi, doğal akıl lanetlenerek “sönük ruhlarda din ateşi”nin körüklenmesine tanık olduk, bekleyişimizde. “Toplumsal gövdenin atomlarına ayrılması” diye tanımlıyor Kraucer, felaketlere neden olan bu manevi enerji boşalmasını. Kendini unutan, hatta unutmak için çabalayan insanların oluşturduğu “yalnız kalabalıklar” değil mi, felaketlerin bir nedeni de?.. Bugünlerde sık sık gördüğüm duvar yazısı, bir feryattan öte bir şey: “Bizi Bombalar Değil Sizin Sessizliğiniz Öldürüyor.”

Bu ülkede bütün felaketler, yaşanmadan önce gerçekleşiyor. Hayatta kalmamız, sağ olduğumuz anlamına gelmiyor. Öfke çığlıklarının yankısı duyuluyor her köşeden. O çığlıkları bir kere duyunca gitmez kulağınızdan, sizinle yaşar ve çığlığın kendisine dönüşürsünüz zamanla, duymazsınız artık.

Yaşadığımızı sandığımız bu hayatta çatlaklar açacak, kalabalıkları yalnızlıktan kurtaracak şey, Ranciére’in “Farklı Dünyaları Düşünmek”teki yazısında dile getirdiği “özgürleşmenin kolektif aklı”nı harekete geçirecek olan siyasal öznelerdir. Siyasal özneler, mutabakat mantığından kopup, küresel ve tarihsel zorunluluklardan sıyrılarak başka dünyaları keşfedebilirler ancak. “Geleceği tasavvur etme ve bütün topluluğu himaye etme yetkisini elinde bulunduran seçkinler ile kendi özel ve günlük çıkarlarına mahkûm edilmiş yığını birbirinden ayıran” mantık yıkılmadıkça, felaketleri önlemek mümkün değil.

Beklemekten usanmamış Turgut Uyar’ın dizelerini yazıyorum defterime, yağmurun ardındaki denize bakarak: “hazır olmalıyım, dağlardan doruklardan o büyük nehir geliyor…” Bekleyiş olduğu sürece umut var… Bekliyorum, unutmayarak hiçbir şeyi…